Âidiyet Alâmeti; HAYAT TARZI

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

İnsanlığın mevcudiyeti ile alâkalı hikmet, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyuruluyor: 

 

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz; Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (el-Hucurât, 13) 

 

Şüphesiz bir imtihan mekânı olan dünya sahnesinde; insana, Allah Teâlâ adına yeryüzünde adâlet ve barışı tesis etme vazifesi tevdî buyurularak, bu ağır vazifenin gerektirdiği her türlü imkân ve kabiliyet de lutfedilmiştir. 

 

İnsan kendisine ihsan buyurulan hassalarla, iradesini kullanabildiği nisbette; âlâ-yı ılliyyîn ve esfel-i sâfilîn arasında bir mevkii hak ederek, tâbî tutulduğu imtihanın karşılığını bulacaktır. Bu cümleden olarak, ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan sonra, şümûlü sarf edilen gayretler çerçevesinde gelişen Hâbil ve Kābil’in izini takip eden iyiler ve kötüler nesli, iki ana hizip mihverinde var olagelmiştir. İnsanların teşkil ettikleri cemiyetlerde fertlerin fıtrî hususiyetleri; ait oldukları kavimler, bulundukları mekânlar ve tuttukları yol itibarıyla farklı hayat tarzları tezâhür etmektedir. Yerleşmiş bu içtimâî yapıların, gidişâttaki değişmelere bağlı olarak, yeni kabullerle zaman zaman farklı mecrâlara kaydıkları da bir vâkıadır.

 

İslâm dîni; mensuplarına, âidiyet alâmeti olan nev‘i şahsına münhasır bir hayat tarzını âmirdir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususu en vâzıh şekilde şöyle vasiyet buyurur: 

 

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: 

 

•Allâh’ın Kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve 

 

•Rasûlü’nün sünneti.” (Muvattâ, Kader, 3) 

 

Nitekim selef-i sâlihîn hazerâtı ve ulvî dâvâyı teselsülen yüklenen sonraki nesiller; asr-ı saâdet örneğini takip ederek, tarihe yüz akı bir medeniyetin temsilcileri olarak geçmişlerdir. O devirlerin seyyahları; insanlığı huzurla saran bu şan ve şeref dolu asırları, gıpta ile kaydetmişlerdir.

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vasiyetine sımsıkı sarılındığı takdirde; her âyet-i kerîme ve her hadîs-i şerif, ferde dünya ve âhiret saâdetini kazandıracak bir hayat tarzını inşâ eder. Bu cümleden olarak, bir yerde buhran varsa; orada bu keyfiyetin yeterince olmadığı anlaşılacaktır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hususu şöyle vuzûha kavuşturur: 

 

“–Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası kurtulacaktır.” 

 

Ashâb-ı kiram sordular: 

 

“–Yâ Rasûlâllah, o kurtulan fırka hangi fırka olacaktır?”

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“–Benim ve ashâbımın takip ettiği yolu izleyenler.” cevabını vermiştir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 1) 

 

Bunun farkına varan ve tarihî haçlı kininden asla sıyrılamayan batı dünyası da, bu düsturu zaafa uğratmak için var gücü ile çalışmakta ve İslâm coğrafyasındaki tefrikaları bütün gücü ile körüklemektedir.

 

İslâm cemiyeti, Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin, onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zâlimler topluluğunu doğruya iletmez.” (el-Mâide, 51) beyanıyla îkaz buyurulur. 

 

İslâm medeniyetinin büyük sosyoloğu Tunuslu İbn-i Haldun (1332-1406)«Mağlûp olanların, galipleri taklit ettiklerini ve kendi kültürleri yerine onların kültürlerini benimsediklerini» belirtiyor. İslâm âleminin geçmekte olduğu bâdirenin altında; ilâhî îkazlara rağmen, bu aldanışın yattığı şüphesizdir. Müslüman bir cemiyetin sahip olması gereken hayat tarzı ile alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: 

 

“Hep birlikte Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın! 

 

Parçalanıp bölünmeyin! 

 

Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de; O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz… ” (Âl-i İmrân, 103)

 

Asr-ı saâdet cemiyetinin, bütün zorlukların üstesinden gelmesinin sırrı; şüphesiz bu ilâhî emre tam mânâsıyla tâbî olmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulan; 

 

“O tövbekârlar, ibâdet edenler, hamdedenler, dünyada yolcu gibi yaşayanlar, rükûa varanlar, secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten alıkoyanlar, Allâh’ın sınırlarını gözetenler; müjdele o mü’minleri!..” (et-Tevbe, 112) ifadesinde de, içtimâî bünyede yerleşmesi gereken unsurlara işaret buyurulur.

 

Cemiyetin hayat tarzı, keyfiyet bakımından; asr-ı saâdetten uzaklaştıkça, zaaf alâmetleri tezâhür etmeye başlar. Ulemâ bu hususa; hükümran olunan coğrafyanın fetihlerle genişlemeye, halkın geliri artıp refah seviyesinin yükselmeye başlamasından itibaren dikkat çekmeye başlamışlardır. Nitekim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu vâkıaya karşı ümmetini şöyle îkaz buyurmuştur: 

 

“–Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır.” 

 

Ashabdan biri; 

 

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)?” diye sordu. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“–Hayır, bilâkis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çer çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu «mehâbeti» (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize «vehn» (zâfiyet) atacak (bu sebeple düşmanlarınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacaklar)dır.” buyurdu. 

 

Ashabdan biri; 

 

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! «Vehn» nedir?” diye sordu. 

 

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“–Dünya sevgisi ve ölüm korkusu.” diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5)

 

Dînî hassâsiyet, sahip olunacak hayat tarzının en bariz vasfıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde bu düstura şöyle işaret buyurmuştur: 

 

“Ey mü’minler! Gerçekten şeytan, sizin şu topraklarınızda kendisine kulluk edilmesinden ümidini ebediyen kesmiş bulunuyor. Fakat o, önemsiz saydığınız iş ve davranışlarınızda kendisine uyulmasından memnun olacaktır. Dîninizi ondan koruyunuz!” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

 

Bu hassâsiyeti, Bosna’nın mütefekkir lideri merhum Aliya İzzetbegoviç;

 

“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.” diye ifade eder. 

 

Osmanlı’yı yıkma plânlarıyla bilinen İngiliz devlet adamlarından William Gladstone (1809-1898) Avam Kamarası’nda; 

 

“Bu Kur’ân müslümanların elinde kaldıkça, onları istediğimiz gibi yönetemeyiz. Bunun için ya Kur’ân’ı ellerinden almalı veya onları Kur’ân’dan uzaklaştırmalıyız.” sözüyle, kendileri açısından bu hususu dile getirmiştir. Bugün görülen odur ki; hâlâ bütün güçleriyle devam ettirdikleri bu gayretlerinde, önemli ölçüde başarıya ulaşmışlardır.

 

Osmanlı’dan sonra gücü ele geçirip, birkaç asırdan beri dünyaya hâkim olan zâlim sömürgeci devletler; ilimde, sanatta, fende, basında, sermayede… hulâsa milletlerarası bütün rekabet dallarında öne geçmişler ve başlarına ördükleri çoraplarla oyalanan İslâm âlemini, kendilerine mahkûm vaziyete düşürmüşlerdir. Bu mazlumlar coğrafyası, haçlı zihniyeti mihverinde toplanan ve hiçbir ahlâkî kayıt tanımayan zâlim sömürgecilerin tarife sığmaz ağırlıkta zulümlerine maruzdur. Bu barbarlığın en insafsız bir örneği bugün Filistin’de cereyan etmektedir. Dünyanın en zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip İslâm ülkeleri; gerekli güce sahip olamadıklarından, zâlimleri durduracak bir tesir icrâ edememektedirler.

 

Ferdin içtimâî bünyedeki önemi ile alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Allâh’a çağıran, dîne ve dünyaya yararlı iş yapan ve; «Ben müslümanlardanım!» diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet, 33) buyurulur. 

 

“En hayırlı ümmet” (Âl-i İmrân, 110) olan İslâm ümmeti; muazzez dînin îcap ettirdiği hayat tarzını yaşayamadığı için, «İ‘lâ-yı Kelimetullah» dâvâsını yüklenecek ve vicdansız zâlimi durduracak keyfiyete ulaşamamaktadır. Kendini bir türlü bulamayan İslâm ümmetine, (kollarını makas gibi açarak);

 

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! 

 

diye haykıran merhum üstad Necip Fazıl, onu bu zarûrete iknâ için en gür sedâ ile şöyle sarsıyor:

 

Beri gel serseri yol!

O’nun ümmetinden ol!

 

Hakkıyla ümmet-i Muhammed’e mensubiyetin tezâhür ettiği, âidiyet alâmeti bir hayat tarzı; hem Allah Teâlâ’nın rızâsını ve dünya-âhiret saâdetini kazandıracak bir keyfiyet hem de zıvanadan çıkan günümüz câhiliyyesine bir davetçi olacaktır.