Tecellîlerden Tesellîlere… YAŞADIKLARIMIZ

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Bu satırları yazdığım sırada, dünyanın gözü önünde; İsrail’in, ABD ve AB devletlerinin desteğiyle Gazze’de yürütmekte olduğu katliâm devam ediyordu. Ne yazık ki artık Gazze’deki can kayıpları; haber bültenlerinde fazla detaya girmeden, sadece vurulan adresler ve can kaybı sayısı verilerek geçiştirilmeye başlandı. Müslümanların ölmesine ne kolay alıştık… 

 

Evet, alıştık çünkü zaten alışkınız. Halep’te sivil halkın yaşadığı yerleşim yerlerine bombaların atılmasıyla; milyonlarca insanın yerlerinden, yurtlarından çıkıp yollara dökülmesinin üzerinden ne kadar zaman geçti? 

 

90’lı yıllar, Bosna Hersek halkının, yine Avrupa’nın sessizce desteklemesiyle Sırp soykırımına maruz kaldığı yıllardı. Geçmişe doğru gittikçe bu liste uzar gider. Doğu Türkistan’da, Arakan’da, Keşmir’de, Kafkaslarda, Cezayir’de, Kıbrıs’ta, Anadolu’da… 

 

Bizler de birçoğumuz katliâmlardan sağ kurtulmuş, nice acılar yaşamış ailelerin soyundan geldik. Kimimiz Balkanlardan, kimimiz Kırım’dan… Anadolu’ya göç ettik. 

 

Ne yazık ki acılar unutuldu. Torunlar, büyük anne-babalarının yaşadıklarını bilmiyor. Dedelerimizden Mustafa Asım UÇAROK Hocaefendi de Kafkaslardan göç etmiş bir ailenin çocuğuydu. Babaannemizden duymuştuk: Ermeni-Rus mezâliminden kurtulmak için; ailenin kadın, çocuk ve yaşlıları kafileler hâlinde Anadolu’ya gelmişler. Erkeklerin birçoğu; ailelerini gönderdikten sonra tekrar cepheye dönerek, düşmanı mümkün olduğu kadar durdurmaya çalışmışlar. Onların fedâkârlığı olmasa, belki ülkemizin sınırları çok daha farklı çizilecekti. 

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan çıktığımız zaman; emperyal devletler, Osmanlı yurdunu diledikleri kesime peşkeş çekebileceklerini düşünüyordu. 

 

Filistinlilerin dramı da henüz Osmanlı Devleti’nin bir toprağı iken; İngiliz dışişleri bakanı Balfour’un bu bölgeyi yahudilere va‘detmesiyle başladı. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiltere; o sırada Osmanlı yönetiminde olan bu topraklarda yaşayan Filistinliler de dâhil Arap halklarına da gelecek için vaatlerde bulunmuş ve onları Osmanlı’ya karşı bağımsızlıklarını (!) ilân etmeye teşvik etmişti. Mekke Emîri Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya ihânet etmesini sağlamak için; bütün Orta Doğu’nun Araplara verileceğini, Filistin de dâhil büyük bir Arap devletinin kurulacağını va‘detmişti.

 

Balfour Deklârasyonu diye bilinen belge; hiç ümit etmedikleri bir zamanda, yahudilere bir ülke va‘dederek tarihî hâdiselerin yönünü belirledi. Balfour Deklârasyonu; o sırada Birleşik Krallık vatandaşı yahudilerin liderlerinden Lord Walter Rothschild’e gönderilen bir mektuba ekli olarak yollanmıştı. Lord Rothschild, Siyonizm’in en önde gelen savunucusu ve İngiltere Siyonist Federasyonu’nun da başkanıydı. 

 

O sırada Osmanlı Devleti’ne ait olan bir toprağı; hem Araplara hem yahudilere söz veren İngiltere, böylece bitmeyen bir savaşın fitilini ateşledi. 

 

Esasen 75 yıldır İslâm coğrafyasının göbeğinde yaşanan zulüm ve katliâmın sebebi; Osmanlı’nın yıkılması ve hilâfetin kaldırılmasından bu yana başsız kalan müslümanların topraklarının, düşman güçler tarafından küçük ülkelere bölünmesidir.

 

Görünüşte bu topraklar üzerinde adı; Lübnan, Ürdün, Suriye, Irak, Mısır isminde birçok devlet vardır. Ama bunların ne kendi başlarına bir gücü vardır, ne de bir araya gelip ortak bir irade beyan edebilirler. Çünkü batının böl-yönet siyaseti; düşmanını böyle etkisiz, güçsüz ve dışarıdan emirlerle yönlendirilebilen küçük bölgelere ayırmaktan ibarettir. 

 

Aynı siyasetin îcâbı olarak, 1917’de İngiltere’nin Mescid-i Aksâ ve çevresini işgal etmesiyle başlayan süreç, bölgeye yahudilerin göç ettirilmesiyle hedefine ulaştı. Bilindiği gibi; bölgede kurdurulan İsrail devleti, Birleşmiş Milletler tarafından hemen tanındı ve koruma altına alındı. 

 

Küçücük bir alana, yoğun bir yahudi göçünün sağlanmasıyla sun‘î bir İsrail Devleti’nin kurdurulması; bugün yaşanan ve dünyanın en uzun süren, en çözülemez siyâsî düğümü olan «İsrail-Filistin Meselesi»ne yol açtı. Hiçbir zaman bir barış anlaşması yapılmadığı için, sonraki yıllarda daha fazla savaş ve çatışma yaşanmaya devam etti. 

 

Filistin’in işgali, nasıl haçlı zihniyetinin İslâm coğrafyası üzerinde oynadığı oyunların bir parçası ise, bizim ülkemiz üzerinde de benzer emeller vardı ve hâlen de vardır. Haçlı ittifakına kalsa; ülkemizin kuzey ve batı sahillerini Rumlara, güney ve doğu kesimlerini Ermeni’ye teslim edeceklerdi. Türklere keçi otlatacak kadar, birkaç dağınık dağlık bölge bırakacaklardı. Yani durumumuz, bugünkü Filistin’in durumundan farklı olmayacaktı. Allah -Zülcelâl- Hazretleri hesaplarını bozdu. Anadolu halkının direnişi vesile oldu, Allah -azze ve celle- Hazretleri onları birbirine düşürdü. 

 

İstiklâl gazisi dedemden, savaş yıllarına ait hâtıraları dinlerdim. 

 

O yıllarda dedem, medrese talebesi iken, cepheye gönüllü olarak gitmiş. Hocaları da onları teşvik etmiş ve hattâ;

 

“–Biz bu ilimleri niye okuduk? Amel etmek için değil mi? Eğer buralar düşmanın eline geçerse dînimizi nasıl yaşayacağız? Ya Allah zafer nasip eder ya da şehîd oluruz!” diyerek onlarla birlikte cepheye gitmişler. Ancak nedense onlara; cephane, tayın vs. verilmemiş. Demişti ki: 

 

“–Şiddetli yokluk vardı. Bazı arkadaşlar açlığa dayanamayıp; ot, yaprak gibi şeyler yerlerdi. Yedikleri dokunurdu, açlıktan daha beter olurlardı. Ben ise yetim büyüdüm, açlığa alışkındım. Bilmediğim şeyi yemezdim. Sabrederdim.”

 

O sırada hoca dedemiz çok hızlı koştuğu için, cepheler arasında haber götürüp getiriyormuş. Bakmış ki hocalarından ve talebe arkadaşlarından bir tek kendisi sağ kalmış. Süngü harplerinde çoğu arkadaşı şehid düşmüş. Bunda kasıt olup olmadığını bilmiyorum. 

 

Savaştan sonra da başka bir mücadele başlamış. Bu sefer de gizlice talebe yetiştirdiği için takibata uğramış. Lâik cumhuriyeti eleştirdiği iddiasıyla, İstiklâl mahkemelerinde yargılanmış. İnsaflı hâkime denk gelmiş. İdam edilmek nasip değilmiş, Kur’ân’a hizmet etmek nasip olmuş. Demokrat Parti’nin kurulmasından sonra biraz rahat yüzü görmüş de, yaşlılık çağını azıcık daha rahat geçirmiş. 

 

Savaş bitti mi? Hayır bitmedi. Bunu hepimiz biliyoruz. 

 

Uzun zamandan beridir savaşların büyük bir kısmı, yumuşak güçlerle yapılıyor. Ekonomi bir savaş meydanı; medya bir savaş meydanı; eğitim müesseseleri, üniversiteler savaş meydanı… Bu yeni savaşların mermileri; para, ekonomik araçlar, bilgi, haber, imaj, etkinlik vasıtası olan hemen her şey. Zihinlerimiz, kalplerimiz, nesillerimiz savaş alanı… Orada devam eden savaşlarda birçok psikolojik taktikler uygulanıyor. 

 

Yeni nesillerimizi yetiştirirken en çok da devamlı bir savaşta olduğumuzu öğretmemiz gerekiyor. Savaş bazen, bazı cephelerde ısınır; bombalar patlar, canlar yanar, kanlar dökülür. Bazen de soğuk usûllerle sinsice devam eder. Orada da sabır imtihanı vardır. Boykotla, şuurla, uyanık olmakla, tavizsizlikle, sebatla duruşumuzu devam ettirme imtihanımız bitmiyor

 

Sabır, sıcak savaşın da en etkili taktik ve stratejisidir. Meselâ güya İsrail; Gazze’de biraz bomba patlatınca, bir miktar insan katledince, insanları korkutup kaçıracaktı. Gazze şehrini ele geçirecek, HAMAS’ı bitirecekti. Böylece kendisine karşı çıkmanın faydasız olduğunu ispat edip, düşmanlarını sindirecekti. Ardından Büyük İsrail’i kurmak için; Lübnan, Suriye ve Irak’a saldırmaya sıra gelebilecekti. Ama öyle kolay olmadı. 

 

Gazze’de saplanıp kaldığı, zaman geçtikçe ağır kayıplar vererek yıprandığı görülüyor. Ne kadar fütursuzca savaş yürütse de, her metoda başvursa da kazanamadı. Üstelik itibarı sarsıldı. Ona sınırsız destek verenlerin de içine kurt düşürdü. Ne de olsa yenilen takımı kimse tutmak istemez. 

 

Türkiye ve Katar başta olmak üzere; ABD’nin korkutmalarına aldırış etmeden açık sözlülükle tavrını koyan, Gazze’ye yardıma koşan ülkeler, katliâmın uzamasıyla dünya kamuoyunu biraz da olsa etkiledi. Birleşmiş Milletler’de ateşkes çağrılarını veto eden ABD’nin; birkaç yancısı dışında hemen hemen yalnız kalması, kendisi nâmına hiç iyi olmadı. ABD bu olayda; dünya üzerinde tek kuvvet olma iddiasını her geçen gün yitirirken, rakibi Çin’e ve düşmanı Rusya’ya karşı gereksiz yere mevzî kaybetti. Bundan sonra böyle bir maceraya girer mi bilinmez. Savaş; bazen sabırla, düşmanı yıpratmakla, pes ettirmekle kazanılır veya en azından kaybedilmez. 

 

Batı, medyadaki savaşta da mevzî kaybetti. Bu sefer emperyal güçler, kamuoyunu o kadar kolay etkileyemedi. Ekonomik güçlerine, teknik üstünlüklerine ve müesseselerdeki etkilerine rağmen, dünya kamuoyunu istediği ölçüde yönlendiremediler.

 

Gazze’de bebekler can verirken, çocuklar annelerinin cenazesi üzerine kapanıp ağlarken; dünyanın dört bir yanında vicdanlar uyandı, protestolar düzenlendi. Sergilenen vahşete rağmen Gazzelilerin gösterdiği direncin kaynağını sorgularken, birçok kişi İslâm’la şereflendi. Bu maddiyatçı çağda; hâlâ inancı için, vatanı için, şerefi için yaşayan ve gerekirse şehid olanları olması, insanlara unuttukları bir şeyleri hatırlattı. Bu hatırlatma, nice selîm vicdan sahiplerini İslâm’ın nûruna yönlendirdi. 

 

Elbette bunlar büyük bir utancın yanında, hissettiğimiz tesellî ve ümit kırıntıları. Yoksa İslâm âlemi olarak, durumumuz; gerçekten kara kara düşündürmesi, uykularımızı kaçırması gereken korkunç bir vaziyet. Bu kaçıncı katliâm ve bu kaçıncı çaresizlik. Apaçık bir gerçek ortada duruyor: İslâm âleminin çok çalışması gerekiyor. Her alanda çok daha güçlü olması gerekiyor. Artık kardeşlerimizin katledilmesine ağlamaktan ve çocukların yiğitliğine; «Aferin!» demekten ötesini yapmamız gerekiyor. 

 

Bunun için, yapabileceğimize inanmamız gerekiyor. Yapmak için bir yerden başlamak gerekiyor. Yapılanların kıymetini bilmek, desteklemek ve arkasında durmak gerekiyor. 

 

Rabbimiz’in buyurduğu gibi; 

 

“O hâlde, o (düşmanlarınıza karşı) toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki; bununla hem Allâh’ın hem de sizin düşmanınız olanları hem de sizin bilmediğiniz, ama Allâh’ın bildiği başka düşmanları yıldırıp caydırabilesiniz. Ve bilin ki; Allah yolunda her ne sarf ederseniz, size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.” (el-Enfâl, 60)

 

Eğer Rabbimiz’in emrine uyarsak, dünyanın hiçbir köşesindeki hiçbir düşman, hiçbir kardeşimize el dahî kaldıramayacaktır. İşte asıl zafer odur. 

 

(Ey îmân edenler! Allâh’ın dînine karşı savaş açan, insânî ve ahlâkî değerleri hiçe sayan, baskı ve işkencelerle inanç, ibâdet ve düşünce özgürlüğüne zincir vuran bütün) fitne (odakları tamamen) ortadan kaldırılıncaya ve (hayatın her alanında) din yalnızca Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! 

 

Fakat (zulüm ve fitneden) vazgeçerlerse, (o zaman siz de savaşı bırakın; bilin ki,) zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (el-Bakara, 193)

 

Zafer kazanıncaya kadar; savaşa devam, çalışmaya devam, yardıma devam, fedâkârlığa devam, sabra devam, boykota devam…