NA‘TLARDAKİ TEVHİD

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Na‘t; bir ümmetin Peygamber’ine olan muhabbet, hürmet ve vefâ ilânıdır. Bu samimî, heyecanlı ve coşkulu eserler; milletimizin de gönlünde âdeta taht kurmuştur. Kimi beste beste kulaklarımızın ve kalplerimizin pasını silerken, kimi bir hat levhası hâlinde gözlerimizin îmânını pekiştirmiş, zevkini okşamıştır. 

 

Fakat nedense, medeniyetimizin bu güzîde eserleri, kimisini de rahatsız ediyor.

 

Bir serbest şair; “Kimi fukarâ şairler dahî söze; «Övgü Allâh’a mahsus!» diye başladıkları hâlde; salevatla analım derken Sen’i, öyle övdüler ki…” diye devam eden çalışmasında, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yazılan na‘tların -hâşâ- yeni bir ilâh tasvirine kadar işi vardırdığını iddia etmiş. 

 

Bir edebiyat tarihçisi de bu serbest şiiri merkeze aldığı yazısında, aynı îkazı sürdürmüş. Uzunca yazıda gözler örnek arıyor. Acaba Peygamber’i -hâşâ- tanrı tasviriyle ortaya koyduğu iddia edilen şiirler hangileri? Hiçbir misal yok. Fakat takrîben 4-5 puntoluk bir dipnotta; «Delâil-i Hayrat Şerhi Kara Dâvud ve Kadı İyâz’ın Şifâ-i Şerîf adlı eserlerini görmek kâfîdir.» deniliyor. 

 

İslâm âleminde çok büyük teveccüh görmüş bu iki eserden biri, salât ü selâmlardan müteşekkil. 

 

Diğeri de bir fakih ve muhaddis olan Kadı İyâz’a ait. İçinde belki zayıf kabul edilen rivâyetler mevcut, fakat neticede bir hadis âliminin eleğinden geçmiş bir eser. Bu eserin kıymet ve makbuliyeti için hakkındaki Diyanet İslâm Ansiklopedisi maddesini okumak kâfî…

 

Örnek vermekten kaçınan bu itiraz, edebiyatta selefîleşme alâmeti mi? Yoksa hadisleri bütünüyle reddetmeye yönelik, ilâhiyat sahasında gördüğümüz o malûl, o sakat tavrın, edebiyat tenkidine uzanması mı? 

 

Yukarıdaki iddiaya da cevap vermeli: 

 

“Hamd, Allâh’a mahsustur.” 

 

Kur’ân-ı Kerîm’in besmeleden sonraki ilk cümlesi. 

 

Ancak bu ifadeyi, Allah’tan başkasını övmeyi yasaklamaya kadar taşımak, Hâricîlerin; “Hüküm ancak Allâh’ındır.” âyetini alıp, tahkîme gidenleri tekfir etmelerine benzemiyor mu? 

 

Oysa; 

 

Hamd bizzat Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın isminde şifrelenmiş: «Muhammed» ismi, «çokça hamdedilen» demek. Hazret-i İsa’nın müjdesinde yer alan ismi olan «Ahmed» ise; «En çok hamd eden». İkisi de bizzat Kur’ân’da yer almakta. 

 

Yine Kur’ân, O Hâtemü’l-Enbiyâ’ya «Makām-ı Mahmud» va‘dederken, şair mi onu övdü diye şirke düşmüş olacak? Tevhîde aykırı iş yapmış olacak?

 

O, güneşten de mücellâ, kamaşır gözlerimiz,

O, cihân içre en âlâ, tükenir sözlerimiz… 

Gül’e mahcûbiyetinden kızarır yüzlerimiz…

Adı üstünde «Muhammed»dir O pek çok övülen,

Hakk’a mahbub ta ezelden ebediyyen sevilen!..

 

O’na lutfeyledi Mâbûd’u, makām-ı Mahmud,

«Ümmetî!» der, dökerek yaş, ederek Hakk’a sücûd,

Ümmetin kâmilen affıyla olur tek hoşnud…

Adı üstünde «Muhammed»dir O pek çok övülen,

Hakk’a mahbub ta ezelden ebediyyen sevilen!.. (Tâlî)

 

O hâlde, «bütün hamdler» nasıl «Allâh’a mahsus» olur? 

 

Doğrudan ve dolaylı olarak. Başımıza gelen her iyilik / hasene Allah’tandır. Fâil-i Mutlak O… Peygamberimiz’e o nice na‘tlarla medh ü senâ edilen hususiyetlerini bahşeden de O -celle celâlühû-… 

 

Sevgi de böyledir. el-Vedûd’a muhabbete basamak olan sevgiler, Allâh’a zıt bir sevgi değildir. 

 

Peygamberimiz’i salevât-ı şerîfelerle anmak ise, bizzat Kur’ân ve Sünnet’in emridir. Salevat; Cenâb-ı Hakk’a yalvararak, Peygamberimiz’e, âline, ashâbına ve ümmetine; salât etmesini, rahmet yağdırmasını ve bereket indirmesini niyaz etmekten ibarettir. Çoğu modernist zihnin, salevâtı anlamadığı ve Peygamber’den bir şey istemek zannettiği anlaşılıyor. 

 

Delâil gibi eserler, bu salevatlarda Peygamberimiz’in ismine sıfatlar eklerler, salevâtın sayısıyla ve miktarıyla alâkalı edebî ve hisli, coşkulu ifadeler ilâve ederler. Meselâ:

 

“Allâh’ım! Efendimiz Muhammed’e dünyayı yarattığın günden kıyâmet gününe kadar, gökyüzünden yeryüzüne yağan yağmur tanelerinin sayısınca, her gün bin kere salât eyle!”

 

Şimdi bunda tevhîde aykırı ne var? 

 

Eğer Peygamber Efendimiz’e övücü şiirler yazmanın gerçekten fıkhî cevâzını araştırıyorsak, bakacağımız yer usûl-i fıkhın deliller bahsidir. 

 

Daha Rasûlullah Efendimiz hayattayken, O’nu medh ü senâ eden mısralar yazılmaya başlandı. Hassân bin Sâbit, Abdullah bin Revâha ve meşhur Kâ‘b bin Züheyr -radıyallâhu anhüm- gibi şairler tarafından. Peygamberimiz bunları takrir eyledi. Yani cevaz verdi. Daha önce bir yazımızda1 misal verdiğimiz gibi, ölçüyü aşan şaire ise müdahale etti; 

 

“Aramızda yarın ne olacağını bilen Peygamber var.” diyen manzûmeciyi susturdu. 

Peygamberimiz’in şu tâlimâtı da bu tevhîdî çerçeveyi çiziyordu:

 

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni bâtıl ve aşırı sûrette methettikleri şekilde övmeyin! Ben ancak Allâh’ın kuluyum. Bana; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü.» deyin!” (Buhârî, Enbiyâ, 48; Ahmed, 1/23; 4/25)

 

İlk asırdan itibaren meselenin tevhîdî özünü bilen İslâm şairleri, hiçbir zaman Peygamberimiz’i, tevhîde halel getirecek bir tarzda övmediler. Kasîde-i Bür’e’de İmam Bûsîrî’nin bu ölçüye riâyeti ifade eden beyti, Mahmud KAYA’nın Türkçe söyleyişiyle şöyledir:

 

Şu hıristiyanlar gör ki n’eyledi,

Tevhîde aykırı sözler söyledi,

«İsa ilâh.» deyip bühtân eyledi,

Ayrı tut ilâhtan âciz beşeri,

Övebildiğince öv peygamberi…

 

İnsan, mübâlâğayı sever. Şiir yalan ve mübâlâğadan beslenir. Ölmüş devlet başkanları için ehl-i dünya tarafından yazılmış nice şiirler bile ilâh göndermeleriyle doludur. Fakat Peygamberimiz hakkında yazılan şiirlerde tevhîdin zedelendiğini iddia edenler, misal getirmelidir. 

 

Peygamber Efendimiz’i vasfeden şiirler, daima tevhid ölçüsünü esas tutmuştur. Mevcut na‘t muhtevâsı daima; Kur’ân-ı Kerim, siyer-i nebî ve hadîs-i şerifler çerçevesinde cevelân etmiştir. 

 

Bunun dışındaki tenkitler, umumiyetle zayıf rivâyetlerle ve edebî mülâhazalarla gelişen na‘t lisânına yöneliktir. Bu hususta dergi olarak, hadis sahasında ihtisas sahibi Prof. Dr. Ali AKYÜZ’le yaptığımız mülâkatta sormuştuk:

 

“Edebiyatımızda; Mevlid’de, na‘tlarda, Efendimiz’i methetmek için kullanılan bazı mazmunlar zayıf veya senetsiz olmakla suçlanıyor. Bir hadis mütehassısı olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?”

 

Prof. Dr. Ali AKYÜZ: 

 

“Şiir gerçekliğin ötesinde bir dil ve his oluşturur. Şiir daha çok hayal ve gönül dünyasını seslendiriyor. Orada mübâlâğalar vardır, mecazlar vardır, kinâyeler vardır. Adam sevdiğine; «Canım benim!» diyor. Şimdi düz mantıkla; «Adam senin niye canın olsun?» diye sorulur mu? «Sen olmasaydın bizim adımız, esâmîmiz mi anılırdı!» gibi sözlerin gerçekliği üzerinden yola çıkarsanız; siz konuşamazsınız, kimseyle anlaşamazsınız.

 

Bütün gelişmiş diller; mecâzı, kinâyesi, muhtevâsı ve kendi kelimeleriyle ürettikleri kavramları ve terimleri zengin olan dillerdir. Duyguyu verebilen dillerdir.

 

Dili götürmek istedikleri nokta şu: Bu ruh zenginliğini ve derinliğini, duygu zenginliğini dilden kaldırdığınızda; dili alıp 100 kelimeyle konuşabildiğiniz bir klân toplumuna dönersiniz. Edebiyatınız kalmaz. Zaten 500 kelimeyle konuşuyoruz, beş bin kelimeyle yazıyoruz. Ondan sonra gak-gukla konuşan ilkel bir dil inşâ edersiniz.

 

Bu sebeple bazen; «Diliniz dîninizdir.» diyorum. Çünkü bu dil dinden çok ilham almıştır. Onun için ben dilime sahip çıkmayı, dînime sahip çıkmaya eş anlamlı buluyorum.

 

Şairler; duyguları en ince tezgâhlarda dokuyan, en zarif anlamları ona yükleyen, en duygulu taraflarıyla kelimeyi ustaca kullanan insanlardır. Onun için Mevlid-i Nebevî’yi yazan insan, bir gönül adamıydı ve aynı zamanda dili iyi bilen bir şairdi. Mevlid-i Nebevî’yi okurken, Hazret-i Peygamber’e; «lâ teşbih ve lâ temsil» bir sevdalının sevdalısına, Leylâ’nın Mecnûn’a, Mecnûn’un Leylâ’ya, Kerem’in Aslı’ya sevdasını söylercesine ifade ettiği duygu yüklü kelimeleri getirip de hukuk terimi gibi, ceza hukuku terimi gibi anlayan kafaya benim tek tavsiyem şu olur:

 

Lütfen şiir kitabı okumasın, tasavvuf kitabı okumasın!

 

Dil zevkinden mahrum kaba-saba adamlara edebî metin okutamazsınız, zaten onların edebî metinlerle ilgili eleştirilerini ciddîye almazsınız. Kimsenin de aldığını sanmıyorum.

 

Sevginin kişiye özel bir tarafı vardır. Gönlüm açıldı mı ben sevgiyi istediğim gibi söylerim! Gönlümden geçtiği gibi söylerim. Kimse ona endâze koymaya kalkmasın.

 

Sevginin endâzesi yoktur.

 

«Endâzesi yoktur.» derken, onu olduğu gibi muhtevâsı içinde değeri ve kıymeti içinde kavramayan sevgiye sevgi demem. Sevgilinin râzı gelmeyeceği bir şekilde söylemek elbette sevgi değildir. Sevgi ve saygı hasbîdir, hesâbî değildir…”2

 

Sözün hulâsası biraz esprili: 

 

Şiirimizin şeklini bozdunuz. Mânâsına kastettiniz. Güllerini rosa, Leylâlarını Elizabeth yaptınız! Şiirin adını bile çalmaya çalıştınız. Efendimiz’e muhabbetin dile geldiği na‘tlarımızı yedirmeyiz arkadaş!  

 

____________________________________

1 www.yuzaki.com/2021/10/sen-olmasaydin-2/

2 www.yuzaki.com/2009/04/ona-vefa-borcumuz-var/