En Güzel Örnek: PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.S.)

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsan; Allah Teâlâ’nın Yüce Zâtı’na halîfe olma mes’ûliyeti tevdî buyurulmuş ve eşref-i mahlûkat olmaya mazhar kılınmış bir varlık. Ahmed Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bu liyâkati; 

 

“Allah Teâlâ, kâinâtı insan için; insanı da kendisi için yaratmıştır.” diye açıklıyor. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurulur:

 

“Hani, Rabbin meleklere; 

 

«–Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» demişti. 

 

Onlar; 

 

«–Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz Sana hamd ederek daima Sen’i tesbih ve takdis ediyoruz.» demişler. Allah da; 

 

«–Ben sizin bilmediğinizi bilirim.» demişti.” (el-Bakara, 30) 

 

Hikmetine binâen, yeryüzünde böylesine yüksek bir vazife ile taltif buyurulan insan, bu mükellefiyetin îcâbı olan; irade, akıl, fikir, muhakeme, merhamet, istîdat gibi bütün fazîlet ve meziyetlerle teçhiz buyurulmuş; bu ağır mes’ûliyete dair «Ezel Bezmi»nde kendisine şâhit tutulmuş ve söz alınmıştır. Bu mesele, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade buyurulur: 

 

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şâhit tutarak; 

 

«–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» demişti. 

 

Onlar da; 

 

«–Evet şâhit olduk (ki Rabbimizsin!)» demişlerdi. Böyle yapmamız kıyâmet günü; «Biz bundan habersizdik.» dememeniz içindir.” (el-A‘râf, 172) 

 

İnsan fıtraten ahdine vefâ göstererek Rabbini bilecekse de, Allah Teâlâ; sonsuz rahmetinin tecellîsiyle her an bu mükellefiyeti hatırlatan rehberler ihsan buyurmuş, gaflete bir mazeret ve bahane kalmamıştır. Bu cümleden olarak, her an nefsine râm olmaya meyyal olan insan, Kur’ân-ı Kerim’de;

 

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (el-Kıyâme, 39) beyânıyla şiddetle îkaz buyurulmaktadır. Nitekim, ilk insan olan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ilk peygamber olarak yaratılmış; ve O’na «bütün isimlerin öğretildiği» (Bkz. el-Bakara, 31) beyan buyurulmuştur. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’a öğretilen isimlerden maksat, bir görüşe göre; yeryüzündeki bütün eşyanın isimleri, mahiyetleri ve hususiyetleri idi. Bütün kavimler, kendilerine gönderilen ilâhî rehberlerle; rahmet tecellîlerinden hiçbir şekilde mahrum kalmamışlardır. Bu lütuf Kur’ân-ı Kerim’de, şöyle beyan buyurulur: 

 

“And olsun, Biz her ümmete; «Allâh’a kulluk edin, tâğuttan kaçının.» diye peygamber gönderdik…” (en-Nahl, 36) Hadîs-i şeriflerde, gönderilen peygamberlerin sayısının 124 bin olduğu ifade buyurulmaktadır. (Ahmed, V, 266)

 

Peygamberlerin kendilerini, emredilen tebliğ vazifesine adamalarına rağmen; ya insanların bir kısmı hidâyeti kabul etmemişler veya zamanla doğru yoldan sapmışlar ve indirilen mukaddes kitaplar tahrifâta uğramışlardır. Bu cümleden olarak, son defa; hükmü kıyâmete kadar sürecek olan, âlemlere rahmet Hâtemü’n-Nebiyyîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gönderilmiştir. Hadîs-i şerifte «O Varlık Nûru»nun geleceği hakkında Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın şâhitliği şöyle tasdik buyurulur: 

 

“… Allah şöyle buyurdu: 

 

«–Ey Âdem, doğru söyledin; hiç şüphesiz yarattıklarımdan bana en sevimli olan O’dur. O’nun hakkı için, istediğinden ötürü seni bağışladım. Bilesin ki; eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.»” (Hâkim, Müstedrek, II, 615) 

 

Tevrat, İncil, Zebûr ve suhuflarda; geleceği bildirilen Hâtemü’n-Nebiyyîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha önceki peygamberler tarafından da müjdelenmiştir.

 

Her din, her şerîat onu getiren peygamberle kāimdir, bir bütündür; hangi niyetle olursa olsun, ikisi birbirinden ayrılamaz. Nitekim bu hususta, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: 

 

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin ve Peygamber’e itaat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed, 33) 

 

Bu husustaki bir zâfiyete karşı da; 

 

“… Rasûl size neyi verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7) ilâhî beyanıyla, kesin olarak îkaz buyurulur. 

 

Yine Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar; Allâh’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dost(lar)dır.” (en-Nisâ, 69) ifadesiyle doğru istikamete işaret buyurulur. 

 

Şanlı ecdâdımız; bu hassâsiyete titizlikle riâyet etmesi sâikiyledir ki, hâsıl olan samimiyet ve ihlâsın bereketiyle, çok geniş bir coğrafyayı asırlarca rahmet iklimiyle buluşturmuştur. 

 

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz; kendisine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâkını (yaşayışını) soranlara şöyle buyurmuştur: 

 

“Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı Kur’ân idi.” (Müslim, Müsâfirîn, 139) 

 

O Varlık Nûru’nun kendileri de bizzat; 

 

“Muhakkak ki ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Hüsnü’l-Huluk, 8) buyuruyorlar. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; «canlı bir Kur’ân» olarak ümmetine müşahhas bir örnek teşkil etmesi, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur: 

 

“(Ey mü’minler!) And olsun ki Rasûlullah’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» (iktidâya şâyan en güzel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21) 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu hususiyetini temessül etme ve O Varlık Nûru ile aynîleşme gayretiyle; câhiliyye devrinin taş yürekli insanları bile, bir ruh inkılâbı geçirerek, mahviyet içinde gözü yaşlı sâlih kullar hâline gelmişlerdir. Ulemâdan Karâfî (v. 684) bu emsalsiz inkılâbın mahiyetini şöyle açıklar: 

 

“Peygamber Efendimiz’in hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kiram O’nun nübüvvetine delil olarak kâfî gelirdi.” (Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305) 

 

Bu «Asr-ı Saâdet» devri, tarihin bir benzerini daha kaydetmediği, teselsülen bu ulvî dâvâyı takip eden nesillere ilham kaynağı olan altın bir çağdır.

 

Hadîs-i şerifte; 

 

“(Zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilmini irfan hâline getirmiş) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvud, İlim, 1) buyurulur. Bu Hak dostu, gönül ehli sâlih kullar asırlarca hem Allâh’ın Kitâbı Kur’ân-ı Kerîm’i ve canlı bir Kur’ân olan Allâh’ın Rasûlü’nü anlatarak hem de Kur’ân-Sünnet hattını takip ederek ümmete örnek olmuşlardır. Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre, ömrünü vakfettiği aşkını şöyle dile getirir:

 

Âşık Yûnus neyler iki cihânı Sen’siz,

Sen Hak Peygambersin; şeksiz, gümansız,

Sana uymayanlar gider îmansız;

Adı güzel, kendi güzel Muhammed. 

 

Gönül ehlinden Mevlânâ Hazretleri de; 

 

“Bu can bu tende oldukça Kur’ân’ın kölesiyim; Muhammed Muhtar -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım…” buyurur. 

 

Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (Muhibbî), dîvânında, O Varlık Nûru’na tâbî olma şükrünü şöyle ifade eder:

 

Hamdülillâh kim Muhammed ümmeti;

Eyledün bu bendeleri yâ Kerîm.

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini; 

 

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: 

 

•Allâh’ın Kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve 

 

•Rasûlü’nün sünneti.” (Muvattâ, Kader, 3) diye îkaz buyuruyor. 

 

Allah Teâlâ’nın rahmet tecellîsi olarak lutfettiği ve «Kitâbı»nda da bildirdiği Son Peygamber’i, ulvî mevkiinden ayırma ve -hâşâ- kendilerini O Varlık Nûru’nun yerine koyma cürmünü irtikâp edenlerin ektikleri fitne tohumları, çeşit çeşit sapık fırkalar, hattâ ilhad hareketlerine sebebiyet vermiştir. İhtilâflar gayyâsında birbirlerini kırıp geçiren, zihin karışıklıkları ile yolunu şaşırmış ümmet nazar-ı itibara alınınca; bu îkazın ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ayrıca, bugünlerin vahâmetine işaretle; 

 

“Ümmetimin fesâda gittiği zamanda, kim benim sünnetime sarılsa, ona şehid sevâbı vardır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200) buyurarak, tutulması gereken istikameti işaret buyurmuştur. 

 

Şanlı medeniyetimizin son halkası, Osmanlı cihan devletinin maruz kalınan şartlar gereğince tarih sahnesinden çekilmesinden sonra; dünya, hâkim güç hâline gelen zâlim sömürgecilerin elinde koyu bir câhiliyye karanlığına yuvarlandı. Öyle ki; şanlı medeniyetimizin hâkim kıldığı rahmet ikliminin, insanlığa sunduğu bütün fazîletleri yok eden bu şer güçler, yüksek teknolojinin getirdiği imkânlarla, önceki zulmet devirlerinden çok daha ağırını gerçekleştirdiler. İnsanlık âlemi, bu şartlarda kan ve ateş deryâları içinde her gün biraz daha yaşanamaz hâle getiriliyor. Dünya; bu câhiliyye karanlığını aydınlatacak yeni bir ruh inkılâbına muhtaç; tıpkı tarihteki örneği ile, «canlı bir Kur’ân» olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in inşâ ettiği «Asr-ı Saâdet» dirilişi misâli. 

 

İdrâk edilen Mevlid Kandili’nin ferdî ve içtimâî dirilişlerin kuvvet bulması için vesile olması duâsıyla.