İÇİMİZDEKİ SAHTE İLÂH

Sami GÖKSÜN

Hayra ve şerre meyilli bir şekilde ve iradesini müsbet ve menfîye yöneltebilen bir noktada yaratılan insana beşerî hayatın her döneminde peygamberler vesilesiyle Hak ve bâtıl bildirilmiş, nefsini ilâhî emirler ve yasaklar istikametinde terbiye ederek Rabbimiz’in râzı olacağı bir insan olarak yaşaması emrolunmuştur.

Rabbimiz’in emirlerini ve yasaklarını ihtivâ eden Kur’ân’a ve Peygamber Efendimiz’in sünnetlerine tâbî olarak itaat ettikçe; mü’min, emrolunduğu üzere hakkı ve hayrı hayatına hâkim kılmış, nefsini terbiye ve tezkiye etmiş, dünya ve âhiret hayatını mesut eden bahtiyarlardan olmuş olur. Nitekim Rabbimiz, Şems Sûresi’nin 9. ve 10. âyetlerinde bu noktayı şöyle bildirir:

“Onu (nefsini) tertemiz yapan (günahlardan arındırıp, ilim ile, sâlih amellerle terbiye eden, salâha, kemâle götüren) kişi, şüphesiz felâha ermiş ve mutluluğa ulaşmıştır.

Onu (nefsini) masiyette bırakan kişi ise elbette ziyana uğramıştır.”

İslâm terbiyesinden yoksun nefis; sadece kötülükle emredici bir şerir değil, aynı zamanda onun yani kötülüğün bir savunucusu olur. Yûsuf Sûresi’nin 53. âyet-i kerîmesinde Rabbimiz şöyle buyurur:

“…Gerçekten Hakk’a uymayan nefis, kötülükle emredicidir.”

Peygamber Efendimiz, gerçek mücâhidin nefsiyle cihâda çıkabilen kişi olduğunu da şöyle ifade buyurmuştur:

“Hakikî mücâhid, nefsiyle savaşandır.” (Tirmizî, Fezâîlü’l-cihâd, 2)

Hakkı ve hakikati kabul etmeyen, bâtılı ve fenalığı emreden nefisle tesirli bir mücadele verilmez; Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde zapt u rabt altına alınmazsa; nefis, insanın idaresini mutlaka ele geçirir ve o zaman insan nefsinin kulu, kölesi olan bir zâlim olur. En kötüsü de zaman böyle ilerledikçe onu (nefsini) ilâh olarak tanımaya başlar.

“Bir insan nefsini nasıl ilâh olarak tanıyabilir?” diye düşünülebilir.

Şöyle ki;

Nefsinin emrettiğini yapması ve arzularını bir kanun gibi benimsemesi, Kur’ân ve Sünnet ile nefis arasında tercih yapması gerektiğinde tercihini nefsinden yana kullanması; onu ilâh edinmesidir.

Nitekim Rabbimiz kendisinin emir ve yasaklarını ikinci plâna iterek nefsinin isteklerine tâbî olan insanı «nefsini ilâh edinen kişi» olarak yeriyor:

“Gördün mü o arzularını ilâh edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine (fenalıklarını önlemek için) sen mi bekçi olacaksın?” (el-Furkān, 43)

Maalesef bugün insanları birçoğu, bu sonu hüsran olan girdabın içinde yüzüp durmaktadır.

Allâh’ın hayatımızı düzenleyen emir ve yasaklarına sımsıkı sarılmayışımız, çıkarlarımız uğruna istikametsiz davranışlar içerisinde olmamız; nefislerimizi tercih ederek, onun kulu, kölesi olduğumuzun açık delilidir.

Burada biz müslümanlara düşen vazife, Rabbimiz’i mâbud tanıyıp, nefsin hâkimiyetini reddetmektir. Onu, nefsimizi terbiye ve tezkiye etmektir:

“Onu nasıl yapacağız?” dersek şöyle ki:

Kur’an ve sünnet istikametinden sapmadan, sâlih amellerimizi artırarak istikrar üzere gireceğimiz bir takvâ hayatıyla bunu gerçekleştirebiliriz. Bu da yılmadan, usanmadan mücadele ile olur.

Sevgili Peygamberimiz’in, kendisi peygamber olmasına rağmen;

“Allâh’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimin hâkimiyetine bırakma!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 110) şeklindeki duâları, Allâh’a dayanılarak yapılması gereken nefis mücadelesinin zorluğunu göstermektedir.

Fakat hakikî bir müslüman olarak yaşamak, müslüman olarak can vermek isteyen her insan; nefsinin Kur’ân ve Sünnet’le çatışan arzularına karşı, İslâm’ın düsturlarını rehber edinmek, îmânın ve aklın rehberliğinde ciddî bir mücadele vermek, nefsini Hakk’a ve hakikate yöneltmeye çalışmak sûretiyle bu zorluğu yenmek mecburiyetindedir. Îman bunu gerektirir. Ölümü ve ölüm sonrası hayatı tefekkür edebilen akıl, bunu îcap ettirir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz;

“Akıllı insan, nefsini itaat altına alan, ölüm sonrası için güzel amel işleyen kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuşlardır.

Hulâsa Kur’ân ve Sünnet’le nefsin, bâtıla ve şerre meyilli arzularına müsbet bir yön vermeyi becermek için çok iyi bir mücadele etmemiz gerektiğinin hem farkına varacağız hem de cihad rûhuyla samimî ve ihlâslı bir şekilde mücadeleye devam edeceğiz.

Rabbimiz bu noktayı Nâziât Sûresi’nin 36-41. âyetlerinde ne güzel anlatıyor:

“Cehennem, görenler için apaçık gösterilir.

•Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse; şüphesiz, cehennem onun sığınağıdır.

•Kim de Rabbinin huzûrunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa; şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.”

Rabbim bu âyet-i kerîmeleri hakkıyla okuyup, hakkıyla anlamayı bizlere nasip eylesin.

Âmîn…