HAKİKÎ BAYRAMLARIN MUHTAÇ OLDUĞU RÛHÎ HAMLE

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Her şeyin bir kaderi olduğu gibi, kaleme alınan yazıların da bir kaderi var. İstikbaldeki meçhul muhataplarına gönderilmiş mektuplar mesâbesinde olan bazı yazılara Cenâb-ı Hak, yazarının ihlâs ve samimiyetine göre, zamanları aşan bir teselsül bereketi ihsân ediyor.

İşte dâvâ şairimiz Necip Fazıl; bundan 63 sene evvel, bir Kurban Bayramı’nda, İslâmî neşriyâtın
ilk ve cesur temsilcilerinden Büyük Doğu Mecmûasında şu başyazıyı kaleme almıştı:

BAYRAM

Deliyi akıllandıracak (gafili şuurlandıracak), muzdaribi sevindirecek büyük bayram hangi (rûhî) hamleye muhtaçtır?

Deliye (gafile) her gün bayram… Muzdaribe hiçbir gün… Allâh’ın gerçek bayramı baş üstüne… Zâlimin sahte bayramı ayak altına…

Bugün, Yaradan’ın ilâhî ziyafet günlerinden biri… Bütün seneyi oruçla geçiren bir zâhid, yalnız bu günlerde oruç tutamaz. Bu günler; azâbı bile lütuf olan Allâh’ın, ayrıca lutfuna remiz… İki gözümüz bile çıksa (âmâ olsak), görmek şuur ve idealinin içimizde yaşaması yüzünden hamde mecbur olduğumuz Allâh’a; bu günlerde, bilhassa, mücerred (sonsuz) nimetlerini düşünerek, hamd için hamd etmekle mükellefiz.

Bir bayram sabahının, müslüman-Türk’te ve tamamıyla milliyet çerçevesinde ne derin hassâsiyet çizgileri vardır. Çocuklukta yatağımızın tâ önüne dizdiğimiz gıcır gıcır potinlerimiz, kar gibi beyaz çamaşırlarımız, büyükannemizin gül kokulu başörtüsü ve kuka tesbihi, bahçede meleyen kurbanlık koyunlar, alev gibi parlak bıçaklar, dökülen kan, dudaklarımıza uzanan ihtiyar eller, atlıkarınca, salıncak…

Gel de dîni milliyetten ayır, gel de (projeksiyon)u beyaz perdeden ayrı farz et!.. Avrupalı bir (Noel) gününe bunca hassâsiyet, renk ve çizgi bağlarken, biz, bütün rûhumuzu devşirdiğimiz kaynağa (İslâmî değerlerimize) nasıl bu hakaret gözüyle bakabiliriz?

Rabbim, bizi çıldırmaktan koru!

Deliye (gafile) her gün bayram… Muzdaribe hiçbir gün…

Rabbim!

Baş üstüne aldığımız ve baş üstüne alınmasını dilediğimiz bayramın şevkine mâlik değilmişiz gibi ağzımızdan dökülen muzdarip kelimelerin muzdarip üslûbunu bağışla! Sen’in, ilâhî ziyafet belirtici bayramın adına muzdaribiz! O bayrama çıkmanın şartlarından uzak olduğumuz için dertliyiz! Deli olmadığımız, olamadığımız için külâhımızı havaya atamıyoruz!

Mübârek bayramın neşesi; içinden fışkırttığımız bu çığlıktır ki, her hâlde «hamd ü senâ»nın duâ ve ricanın en güzelinden bile, indinde daha makbuldür.

Rabbim!

Büyük ismini, içi zifir dolu bir (sigara) ağızlığından geçen pamuk gibi ciğerimizden geçirdiğimiz ve temizlikle dolduğumuz vecd ve aşk devirlerinde, bir «Allah!» nidâsıyla, bugün Sputniklerin1 gidemediği yerlere (mânen) gittiğimizi hatırdan çıkarmadık.

İsmini unuttuğumuz devirlerde de, fezâyı delip geçmek iddiasıyla giydiği yelek (smokin) içinde kuyruğu titretiveren maymundan aşağıya düştüğümüzü biliyoruz…

Ne yüzle bayram edelim ve ne yüzle ilâhî ziyafet gününün istihkak tavrını takınalım?

Deliye (gafile) her gün bayram… Muzdaribe hiçbir gün…

Allâh’ım!

Bizi delinin bayram anlayışından kurtarıp muzdaribin şevk ölçüsüne kavuşturman için tecellîni bekliyoruz!

Kimi istersen Kahhâr isminle kahret; kimi dilersen Hay isminle ihyâ et; ister döşeklerde büklüm büklüm kıvranan meçhul lohusalardan birine bir kahraman doğurt; ister doğmuşlardan birinin rûhuna ulvî bir sancı ver; fakat 1000 yıldır Celâl isminin i‘lâsı yolunda didinmiş ve bugün milyarlarca ölüsü (ve şehidi) ile toprağın altına çekilmiş ve rûhunun gözlerini toprak üstündeki 25 milyona2 dikmiş bu mü’min milleti saâdete kavuştur.

Deliye (gafile) her gün bayram… Muzdaribe hiçbir gün…

Masum kurbanların, toprak üstünde, senin için pırıl pırıl yanan ve buğu buğu tüten kanları ve uğrunda feri sönen dipsiz gözleri yüzü suyu hürmetine; bize delileri akıllandıracak (gafilleri uyandıracak) ve muzdaripleri sevindirecek devamlı bir bayram içinde bayramını nasip et!

Deliyi akıllandıracak (gafili şuurlandıracak) ve muzdaribi sevindirecek bayram; düne kadar Allâh’ı anmayı bile yasak eden mânâ ve madde şakîlerinin (eşkıyâlarının) kahraman geçindiği bu mevsimde, bütün mânâ ve madde kutuplarını yerli yerine oturtucu hamleden sonra gelir!

(Büyük Doğu Mecmûası, 19 Haziran 1959, sayı: 16)

BUGÜN DE GEÇERLİ

1959’da yazılan bu satırlar bugün de geçerli…

Üstad Necip Fazıl;

İslâm âleminin; içinde bulunduğu maddî ve mânevî ızdıraplar sebebiyle, bayram sevincine lâyık hâlde bulunamayışını;

“–Muzdaribe hiçbir gün bayram yok!” feryâdıyla ifade ederken;

Bunca mâteme, bunca dert ve ızdırâba rağmen, bayramın rûhundan ve mânâsından uzak olduğu hâlde, bayramı bencilce bir tatil ve eğlence vakti zanneden gaflet ehline ise;

“–Deliye her gün bayram!” diye sitem ediyordu.

63 sene sonra da Necip Fazıl’ın bu feryâdı ve sitemi, tazeliğini ve geçerliliğini aynen muhafaza ediyor.

•İslâm dünyası yine global güçlerin istîlâ ve işgali altında. Küresel güçler, dünyaya bir câhiliyye devri yaşatıyor. Suriye, Yemen, Libya ve Arakan gibi İslâm beldeleri âdetâ bir çadır hapishânesine dönmüş durumda. Bu yerler sanki devâsâ birer sahrâ hastahânesi…

Savaşta esir almak bitti. Küresel güçler, dînî duyguları zayıflatmak sûretiyle artık insanları, kendi öz vatanlarında esir alıyor, kendi topraklarında hizmetçi yapıyor yahut vatanlarını terk etmeye mecbur bırakıyor.

•Savaşların pençesinden uzak nice gafil müslüman da; televizyon, internet, moda ve reklâmların kültürel istîlâsı altında.

•Kendisini îman cevherinden nasip almış, dâvâ şuurundan haberdar zanneden nice gafil müslüman dahî, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi bir donukluk içinde. Kendisinden beklenen rûhî hamleyi gerçekleştirmekten uzak.

•Allâh’ı anmanın yasak olduğu dün; «Mânevî irşâda, Kur’ânî eğitime fırsat verilmiyor!» diye şikâyet edenler, bugün altın tepside sunulan mânevî imkânlardan ne kadar istifade hâlindedir?

Bütün bunların üstüne;

•Karantina ve sosyal mesafe tedbirleriyle, içtimâî faaliyetlerden uzaklaşmanın mazereti olan salgın hastalık geçti gitti, fakat bahanesi, maalesef birçok noktada âtıllığa alışan bünyelerin üzerinde yapışıp kaldı.

Öyle ki;

•Sıla-i rahim,

•Kabristandakilere varıncaya kadar akraba ve ahbâbı ziyaret,

•Dargınlıkları bitirip, kardeşliği pekiştirmek,

•Fukarâ ve muzdariplerin yüzlerini tebessüm ettirmek,

• İrşad bekleyenleri irşâd etmek gibi içtimâî vazifelerin harmanı olan bayramlar dahî; gaflet ehli için tatil yerlerine, sahillere gidilerek, anne-baba, akraba ve komşularından uzaklaşıp bencilce keyif çatma günleri olarak «değerlendirilir» oldu.

İstirahat bahanesiyle gidilen o mâneviyattan uzak yerlerden; rûhen yorgun ve bedenen bitkin bir şekilde dönerek, dünyevî telâşelerden ibaret, yeknesak / monoton dünya hayatına kaldığı yerden devam edenler, bayramın mânevî neşesinden büsbütün mahrum kalmaya başladı.

Bereketli yaz mevsimleri de; benzer şekilde atâletin, mahmurluğun ve rehâvetin girdaplarında hebâ ediliyor.

Hâlbuki;

Bir mü’min için gerçek istirahat; vazifesini edâ etmenin huzuruyla yatılan teneşirde başlayacak, kıyâmete kadar beklenen kabirde olacaktır.

Necip Fazıl’ın suâlini şerh ederek tekrarlayalım:

•Toplumumuzdaki gafilleri uyandıracak,

•Garipleri ve muzdaripleri ihyâ edip gönüllerini sürûra gark edecek,

•İnsanlığı İslâm’ın güler yüzüyle tebessüm ettirecek hakikî bayram, hangi rûhî hamleye muhtaçtır?

O rûhî hamleye muvaffak olduğumuz gün; fert, aile, millet ve ümmet adına, gerçek bayram işte o gün olacaktır.

HİKMETLİ SÖZ ve ŞİİRLERİ

Bu vesileyle Necip Fazıl’ın veciz söz ve şiirlerinden bir demeti paylaşalım:

•O ki; Allah (ile beraberliğin gönül huzurun)a mâliktir, neden mahrumdur?!.

•O ki; Allah’tan mahrumdur, neye mâliktir?!.

Yani;

Kula Allah yeter, gerisi boş hevestir.

Çok zekî, akıllı bir insan olup, bir müddet felsefe tahsiliyle de meşgul olan Necip Fazıl, aklın; mahdut olduğunu ve vahyin yardımı olmadan insanı asla saâdete götüremediğini çok iyi bir şekilde idrâk etmişti. Bir müslümanın ölçüsü, evvelâ Kur’ân ve Sünnet’tir. İslâm teslîmiyettir / ön kabuldür. Akıl, ancak vahyin muhtevâsında insana saâdet getirebilir. Şiirin kuvvetli lisânıyla şöyle der:

Gözüm, aklım, fikrim var deme; hepsini öldür!
Sana çöl gibi gelen; O, göl diyorsa göldür!

Necip Fazıl; sâlih insanların kulluk şuuru, güzel ahlâk, gayret ve fedâkârlıklarını mısralarında ne güzel anlatır:

O erler ki gönül fezâsındalar,
Toprakta sürünme ezâsındalar…

Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizâsındalar…

İçine nefs sızan ibâdetlerin,
Birbiri ardınca kazâsındalar…

Bir an yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezâsındalar…

İnsanımızı uyandıracak nesil endişesi ve tarih şuuru hakkında Necip Fazıl’ın çok mânidar teşbihleri vardır:

•Kökünü beğenmeyen dal ve dalını beğenmeyen meyve, olgunlaşmadan çürür!..

Yani mâzîsini bilmeyen, istikbâlini inşâ edemez.

•Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur!..

Bir mü’min, nesil endişesini yüreğinde taşımalı ve bu hususta gayret etmelidir.

Bu yolda, insanın önünde en mühim engel, nefsidir.

Gönlüm uçmak dilerken semâvî ülkelere;
Ayağım takılıyor, yerdeki gölgelere…

İnsanda nefs ve ruh iki ayrı âleme aittir. Âhiret saâdetine vuslatın tek yolu; nefsânî duyguların hoyratlığından kurtulup, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek yani takvâdır.

Kişi takvâdan uzak, gaflet içinde yaşarsa bunun sonu pişmanlıktır, «âh keşke»lerdir. Necip Fazıl, hazin teşbihlerle bu pişmanlığı şöyle ifade eder:

Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…

Dünya hayatının fânîliği ve her insanı bekleyen ölüm hakikati, hassas bir sanatkâr olan Necip Fazıl’ı derinden sarsar. Birçok şiirinde ölüm hakikatini tefekkür eder ve ettirir. Şu mısralardaki tabut tasviri, tam bir «tefekkür-i mevt» misâlidir:

Tahtadan yapılmış bir uzun kutu;
Baş tarafı geniş, ayak ucu dar.
Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu,
Yarın kendileri dolduracaklar.

Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim, içinde uzanmış kalmış.

Cılız vücuduma tam görünse de,
İçim; «Bu dar yere sığılmaz!» diyor.
Geride kalanlar hep dövünse de,
İnsan birer birer yine giriyor.

Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?

Kısacık dünya hayatını; ölüm hakikatinden uzak, fânî arzuların peşinde tüketmek, ne hazin bir israftır. Mal ve evlâdın fayda vermediği günde; insanın istifade edebileceği yegâne kıymet, «kalb-i selîm» olacaktır. Necip Fazıl, nefse seslenir:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir;
Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!..

İnsanı gafletten kurtaracak bir şuura kavuşan, fânî dünya hayatını, âhiret hazırlığı ile ihyâ eden sâlih kullar ise, ölümü güzelleştirirler. Onlar için; ölüm, bir düğün gecesi olur. İmtihan yurdundan, mükâfat yurduna açılan bir kapıdan geçmekten ibaret olur.

Necip Fazıl’ın dediği gibi:

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner…

Yazının başında ifade ettiğimiz hakikî bayramlar;

•Son nefesi îmân ile verebilmektir.

•Mîzanda hasenâtın ağır gelmesidir.

•Amel defterini sağ taraftan alabilme bahtiyarlığıdır.

•Sırat’tan geçip cennete vâsıl olabilmektir.

•Rasûlullah Efendimiz’in şefaatine nâil olabilme nasîbidir.

•Cenâb-ı Hakk’ın Cemâlini seyr u temâşâ edebilmektir.

Cenâb-ı Hak, bu hakikî bayramlara eriştirsin. Bu hakikî bayramlara eriştirecek, rûhî hamlelerden haberdar eylesin ve onları gerçekleştirebilecek gayret ve fedâkârlıktan nasibdâr kılsın.

Âmîn!..

_____________________________________________________________________

1 1957’de Sovyetlerin fezâya gönderdiği dünyanın ilk yapay uydusunun adı.

2 O günkü Türkiye’nin nüfusu.