KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -42- EVLÂTLARIN TERBİYE ve İRŞÂDI

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

ALTIN ÖĞÜTLER

Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terkisinde bulunuyordum. Bana;

“–Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim.” dedi ve şöyle buyurdu:

“–Allâh’ın tâlimatlarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun.

•Allâh’ın (rızâsını) her işte önde tutarsan, Allâh’ı önünde bulursun.

•Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste.

•Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile!..” (Tirmizî, Kıyâmet, 59/2516)

Diğer bir rivâyette de Fahr-i Kâinât Efendimiz’in şöyle buyurduğu bildirilmiştir:

“Allâh’ın emir ve yasaklarını gözet ki, O’nu önünde bulasın.

•Bolluk içindeyken (emirlerine bağlı kalmakla) Allâh’ı tanı ki, O da darlığa düşünce (kurtarmak sûretiyle) seni tanısın…” (Ahmed, I, 307)

Hazret-i Abdullah, hicretten üç yıl evvel doğmuştur. Dolayısıyla bu esnada, en fazla 13 yaşlarında bir delikanlı idi. Peygamberimiz; istîdatlı gençlerle bu misalde olduğu gibi husûsen alâkadar olur, onları mânen irşâd ederdi.

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğine göre Rasûlullah Efendimiz, bu sahâbîsine nasihatleri arasında şöyle buyurdu:

“Ailenin terbiye ve edebini ihmâl etme; onlara Allah korkusunu tâlim et!” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 9)

Bir başka hadîs-i şerif şöyledir:

“Çocuklarınıza ikrâm edin ve terbiyelerini güzel yapın.” (İbn-i Mâce, Edeb, 3)

Zira Kur’ânî tâlimat da böyledir:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi (öyle) bir ateşten koruyun ki onun yakıtı, insanlar ve taşlardır…” (et-Tahrîm, 6)

Her insan, bu dünya hayatında kulluk imtihanından geçer. Mükellefiyet, çocukluktan çıkıp bâliğ olunca başlar. Cenâb-ı Hak, insanın aile müessesesinde yetişerek, bu mükellefiyet çağına hazırlanmasını murâd etmiştir.

Bu sebeple;

Her evlât, anne-babasına emânettir. Anne-babalar; evlâtlarını ebedî ateşten koruyacak her türlü tâlim ve terbiyeyi, çocuklarına vermek ve verilmesini sağlamakla mükelleftirler.

FITRATI MUHAFAZA

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Her doğan, fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu yahudi yahut hıristiyan veya mecûsî yapar…” (Buhârî, Tefsîr, [Rûm] 2; Müslim, Kader, 22)

Bu hadîs-i şerif iki hakikati bize hatırlatmaktadır:

•Cenâb-ı Hakk’ın merhameti sayesinde, insan fıtraten îmâna elverişli ve müsait olarak yaratılmıştır.

•Ancak anne-baba ve çevre bu fıtrî istîdâdı güzel bir şekilde yönlendirmelidir. Eğer anne-babalar evlâtlarını yanlış yönlendirirlerse, kötü eğitirlerse onları dalâlete sürüklemiş olurlar. Bu da çok büyük bir mes’ûliyettir.

Yani evlâtları yanlış bir istikamete yönelen anne ve babalar;

“–Acaba ben bana emânet edilen tertemiz fıtratı bozacak bir hata mı yaptım?” muhasebesi içinde olmalıdır.

MUHABBET ve MERHAMETLE

Evlâtların terbiyesinde, Rasûlullah Efendimiz, muhabbet ve merhameti tavsiye buyurmuş ve kendileri de bizzat evlât ve torunlarına rıfk ve mülâyemetle muâmele etmişlerdir.

Çünkü en tesirli terbiye, sevilen ve hayran olunan bir eğitimcinin verdiği terbiyedir.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın rivâyet ettiğine göre; bir defasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, torunlarını severken, ziyaretine; İslâm’ın merhamet, şefkat, nezâket ve inceliğinden uzak bir bedevî geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çocuklara gösterdiği muhabbete hayret ederek;

“–Yâ Rasûlâllah! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız.” dedi.

Allâh’ın evlât nimetine karşı bedevînin duygusuz sözleri, Allah Rasûlü’nü müteessir etti. Bedevîye şöyle buyurdu:

“–Allah senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmışsa, ben ne yapabilirim!..” (Buhârî, Edeb, 22)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; çocuklara selâm verir, onların hatırını sorar, hastalandıklarında ziyaret ederdi.

Mâlûmdur ki;

Eğitimin en temel husûsiyeti muhabbettir. Muhabbetin de en güzel tecellîsi ve neticesi âdâbdır. Sahâbe-i kiram, muhabbet sâikiyle Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllendi ve hepsi de muazzam bir edep timsâli oldu. Tek endişeleri, O’nunla âhiret beraberliğine mazhar olabilmekti. Bu bakımdan ömür boyu;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîsini düstur edindiler ve dâimâ;

“–Benim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraberliğim kıyâmete kadar devam edebilecek mi? Sonrasında cennette O’na komşu olabilecek miyim?” muhasebesi içinde yaşadılar.

On yaşından itibaren Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hizmetinde bulunup, Peygamberimiz’in güzel ahlâkına en yakından şâhitlik eden Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- der ki:

“Rasûlullah ahlâk bakımından insanların en güzeli idi.

Benim Ebû Umeyr adında sütten kesilmiş bir kardeşim vardı. Peygamberimiz bize geldiğinde;

«–Ey Ebû Umeyr! Ne yaptı Nuğayr?» derdi.

Nuğayr, kardeşimin oynayıp durduğu bir kuş idi…” (Buhârî, Edeb, 112)

Peygamberimiz; çocukların gönül dünyasına girebilmek, onlara İslâmî hakikatleri sevdirebilmek için, onların seviyesine inmenin gerekli olduğunu şöyle bildirmişlerdir:

“Kimin bir çocuğu varsa onunla çocuklaşsın.” (Deylemî, III, 513)

Ancak bu muhabbet, merhamet ve seviyeye inme tatbikatının; lâubâlîlik ve eğitimde gevşekliğe vardırılmamasını da îkāz ederlerdi.

TERBİYEYİ İHMÂL ETMEDEN

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bir gün, torunu küçük yaştaki Hazret-i Hasan’ın mescidde bulunan beytülmâle ait zekât hurmalarından bir tane alıp ağzına götürdüğünü gördü.

Mâlûm olduğu üzere Allah Rasûlü’nün ehl-i beytinin zekât alması haramdır.

Peygamberimiz; hemen o hurmayı, torununun ağzından çıkarttırdı ve kendisine şöyle buyurdu:

“Muhammed ailesinin zekât yemediğini bilmiyor musun?” (Buhârî, Zekât, 57; Ahmed, I, 200)

Efendimiz’in;

“Nasıl olsa çocuktur, yesin, biz onun yediği hurmayı öder, telâfi ederiz.” şeklinde bir davranışa, ilâhî tâlimat karşısında gevşeklik olacağı için girmediğini görüyoruz. Bunun yerine bizzat torununun ağzından çıkararak, fiilî bir eğitim uyguladığını müşâhede etmekteyiz.

Hicretten sonra müslümanlar arasında ilk doğan sahâbî olan Nûman bin Beşir -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’in bizzat alâkadar olduğu çocuk sahâbîlerdendi.

Bir gün Nûman sokakta oynamaktaydı. Hazret-i Peygamber küçük Nûman’ı yanına çağırdı. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e o günlerde Tâif üzümünden hediye gelmişti. Nûman’a o üzümden bir salkım uzatarak;

“–Bunu annene götür.” dedi.

Küçük Nûman annesine götürmek için bir salkım üzümü aldı. Ancak onları annesine götüremeden kendisi yiyip bitirdi.

Birkaç gün sonra Hazret-i Peygamber küçük Nûman’a rastladı. Üzümleri sordu:

“–Salkımları ne yaptın? Annene ulaştırdın mı?”

Çocuk sahâbî, mahcup bir şekilde doğruyu söyledi:

“–Hayır.” dedi.

Peygamberimiz, tebessüm ederek ona yaşına uygun şekilde şu îkazda bulundu:

“–(Seni) vefâsız!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 61)

Peygamberimiz’in küçük yaştaki bu ashâbına gösterdiği alâka, takip ve irşâdı câlib-i dikkattir.

KUR’ÂN EĞİTİMİ

Peygamberimiz, evlâtların tâlim ve terbiyesinde gözetilmesi gereken esasları şöyle bildirmiştir:

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin:

•Peygamber sevgisi,

•Ehl-i beyt sevgisi ve

•Kur’ân kıraati…

Çünkü hamele-i Kur’ân (Kur’ân’ı öğrenen, öğreten ve bu yolda hizmet edenler); hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, peygamberler ve Hak dostları ile birlikte Arş’ın gölgesindedirler.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226)

Kur’ân-ı Kerim; bizim ve evlâtlarımızın, ebediyet yollarını aydınlatacak bir nur kandilidir. Kur’ân-ı Kerim, iki cihan saâdetinin haritasıdır. Şifâ ve rahmettir.

Namaz, ferdî ibâdetlerin zirvesidir ve güzel bir Kur’ân tahsili olmadan namazı hakkıyla edâ edebilmek mümkün değildir.

Dolayısıyla;

Kız ve erkek evlâtlarımızın en az bir yıl Kur’ân kursu eğitimi yahut Kur’ân eğitimine ağırlık veren proje imam-hatip ortaokulu eğitimi almalarını mutlaka temin etmemiz, yavrularının saâdetini isteyen bir anne-baba için zarûrîdir.

Evlâtların mânevî eğitiminin başlangıcı, varlık âlemine geldikleri andan itibarendir. Daha anne karnındaki evlâtların; helâl lokma ve güzel duâlarla, mânevî terbiyelerine başlanmış olur.

Evlâtlara küçük yaşlardan itibaren güzel ve hayırlı telkinlerle, eğitim yaşına geldiklerinde İslâmî bir terbiyeye devam edecekleri aşılanmalıdır:

“İnşâallah büyüyünce hâfız olacaksın! İhlâslı bir âlim olacaksın. Cömert, sâdık, dürüst, mücâhid bir yiğit olacaksın!” gibi telkinlerle gönüllerine istikbâle ait müjdeler ve güzel gayeler bereketli bir tohum hâlinde serpilmelidir.

UHREVÎ EĞİTİM ÇATISINDA

Anne-babalar, evlâtlarının tahsilinde mutlaka uhrevî eğitimi önde tutmalıdırlar.

Meslek kazandırma ve maîşet temini için girişilen dünyevî tahsil; ancak uhrevî tahsilin muhtevâsında, ona muhalif düşmeden verilebildiği nisbette evlâtlarımıza faydalı olur.

Aksi takdirde yani; uhrevî ve mânevî tahsilden taviz verilerek, yani yavrunun namaz kılmamasına göz yumularak yahut yaptığı yanlışlar ve işlediği haramlar göz ardı edilerek dünyevî eğitimin öne çıkarılması ve tercih edilmesi, iki cihanda hüsran sebebi olur.

Bütün ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın hayat ve kâinâta yerleştirdiği kaideleri tespitten ibarettir. Meselâ;

Tıp ilmi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kaidelerle ilgilenir.

Botanik, topraktan biten nebâtâta konulan ilâhî kaideler etrafında faaliyet gösterir.

Fizik-kimya; Cenâb-ı Hakk’ın maddelere, cisimlerin iç yapılarına koyduğu husûsiyetleri inceler.

Biyoloji, matematik, hukuk, sosyoloji, tarih, coğrafya vs. bütün bunlar; Cenâb-ı Hakk’ın insana lutfettiği, dünyevî ilimlerdir.

Esas mesele;

Bütün ilimleri yaratan yüce Allâh’ın bizlere iki cihanda kurtuluş reçetesi, ebedî rahmet ve şifâ olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerim ufkunda idrak sahibi olabilmektir. Çünkü asıl maksat; her ilmin hikmet tarafını tefekkür ile eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a intikal edebilmektir.

Devrimizde, maalesef uhrevî tahsilin tercih edilmesi hususunda çok gaflet sergilenmektedir.

Meselâ görüyoruz:

Üniversite imtihanına giren evlâtların anne-babaları; çocuklarıyla beraber mekteplerin önüne gidiyor, orada bekliyor, onlarla beraber belki onlardan daha fazla heyecanlanıyor.

Aynı heyecan ve alâkayı, ebedî hayatı alâkadar eden dînî tahsil husûsunda gösterebiliyorlar mı?

Bazı anne-babalar gafleten;

“‒Çocuklarımızın puanı ziyân olmasın!” diyorlar ama;

“–Evlâdım ziyân olmasın.” demeyi unutuyorlar.

Bunun hazin neticeleri de maalesef çok acı ve kahredici oluyor.

Yarın evlâdı hakkında şikâyetlere boğulup da «eyvah, vah vah»lara düştüğünde kendisine demeli ki:

–Evlâdına ne verdin ki, ne bekliyorsun?

Maalesef, birçok dindar olduğunu düşünen insan bile, dünyevî tahsil için böyle çırpınırken; evlâtlarının dînî tahsilinde, birkaç haftalık yaz kursuyla, yaygın eğitimle iktifâ etmek gafletine düşüyor.

Hâlbuki; teraziye vurduğumuzda, dünyevî tahsile gösterilen bu gayrete mukabil, Kur’ân tahsiline gösterilen gevşeklik, -maâzallah- dînî eğitimi hafife almak değil midir?

Allâh’ın ve Rasûlullâh’ın muhabbet ve sevgisi nerede kalıyor?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbını 23 yılda tezkiye ve terbiye etmiştir.

İslâm, en mükemmel ve cihanşümul kültürdür. İslâm’ın, hayatın her safhasına dair, ibâdât, muâmelât ve ukûbat sahasında nice esasları ve kaideleri vardır. Bunların güzelce öğrenilebilmesi ve hazmedilebilmesi için, geniş ve programlı bir tahsile ihtiyaç vardır.

Evlâtların tahsilinde, imkân sahibi ehl-i dünya; kolejler seçiyor, muallimleri araştırıyor, ciddiyet alâmeti olan birtakım araştırmalara başvuruyor. Bir müslümanın da evlâdının tahsilinde bu ciddiyet ve ehemmiyeti göstermesi gerekmez mi?

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok sevdiği sahâbîlerinden olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya şu îkazda bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır.

•Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et!

•Dînî ilimleri ve hükümleri;

➢İstikamet ehli âlimlerden al,

➢Sağa-sola meyledenlerden (yani taviz verenlerden) alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)

Zira;

ÇEVRE ÇOK MÜHİM

Evlâtlara verilecek eğitimin müfredâtı yanında; o tahsilin verileceği eğitim yuvasındaki muallimler ve arkadaşların kalbî durumu da çok mühim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Kişi, arkadaşının dîni üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin!” (Tirmizî, Zühd, 45)

“Mü’minden başkasını arkadaş edinme!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 16; Tirmizî, Zühd, 56)

İmâm-ı Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-, Harun Reşid’in evlâtlarının hocasına şu hatırlatmalarda bulunmuştu:

“Emîrü’l-Mü’minîn’in evlâtlarını terbiye etmeye başlarken ilk işin, kendi nefsini terbiye etmek olsun. Çünkü onların gözleri senin gözlerine düğümlüdür. Onlar senin güzel gördüğünü güzel görür, senin çirkin bulduğunu çirkin bulurlar. (Yani sözlerinden ziyade fiillerini taklit eder ve kopyalarlar.)

•Onlara Allâh’ın kitâbını öğret.

➢Onları ikrah derecesinde zorlama ki bıkmasınlar, lâkin;

➢Tamamen kendi hâllerine de bırakma ki, ilmi terk etmesinler.

•Onlara sahih hadîs-i şerifleri öğret.

•Bir ilmi iyice öğrenmeden başka bir ilme geçme. Zira kulağa dolan aşırı söz, anlamayı güçleştirir, karıştırır.” (Sıfatü’s-Safve, II, 255)

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- ise, çocuklarının terbiyesini emânet ettiği kişiye yazdığı mektubunda şöyle demiştir:

“Senden öğrenecekleri ilk şey, başlangıcı şeytandan olan sonunda da Cenâb-ı Hakk’ın gazabı bulunan (günah nev‘inden) her şeye buğzetmek olsun.”

Yani evlâtlara, önce haram ve şüpheli şeylerden nefret etmek şuuru kazandırılmalıdır.

YAŞAYIŞ ve ŞUUR İLE

Tahsil kadar mühim bir husus ise; bu tâlim ve terbiyenin ihlâslı bir yaşayışla, güzel ahlâk ile mezcedilebilmesidir. Şu kıssa bunun ehemmiyetini ne kadar bâriz bir şekilde ifade etmektedir:

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile beraberdik. Gözünü semâya dikti. Sonra;

«–Şu anlar, ilmin insanlardan çekip alındığı anlardır. Öyle ki insanlar ondan hiçbir şey (ele geçirmey)e kādir olamazlar!» buyurdular.

Ziyâd bin Lebid el-Ensârî -radıyallâhu anh- araya girip;

«–(Yâ Rasûlâllah!) Bizler Kur’ân’ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl alınır? Vallâhi biz onu hem okuyacağız, hem de hanımlarımıza ve çocuklarımıza okutacağız!» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise şöyle buyurdu:

«–Allah iyiliğini versin ey Ziyâd, ben de seni Medine’nin (dinde derin anlayış sahibi) fakihlerinden biri olarak görürdüm.

(Bak) işte Tevrat ve İncil; yahudilerin ve hıristiyanların elinde, onlara ne faydası oluyor? (Onları okuyorlar ancak muktezâsıyla amel etmiyorlar!)»” (Tirmizî, İlim, 5/2653; Dârimî, Mukaddime, 29)

Rasûlullah Efendimiz’in ehl-i kitap misâli çok mânidardır.

Demek ki;

Dînî tahsil dahî; yaşayışa geçirilmeden, ihlâs, takvâ ve şuuruna erdirilmeden verilirse, evlâtlar için tam mânâsıyla faydalı olamayacaktır.

Yahyâ bin Ebî Amr es-Seybânî naklediyor:

Halîfe Mesleme bin Abdilmelik döneminde Konstantiniyye seferinde bulunuyorduk. Bir gece âhirzamanda vukû bulacak hâdiseleri müzâkere ediyorduk. Yanımda bulunan İbnu’d-Deylemî’ye;

“–(Âhirzaman fitnelerine bulaşır diye endişe ettiğim için) hiç çocuğum olmasın istiyorum.” dedim.

Omuzuma vurdu ve şöyle dedi:

“–Böyle yapma kardeşimin oğlu! Allah bir kimsenin soyunun devam etmesini dilemişse, eder; dilememişse etmez.

Ben sana, başına o musîbet gelirse seni, senden sonra çocuklarının başına gelirse onları kurtaracak bir şey öğreteyim mi?”

“–Evet!” dedim. (Cevâben şu) âyeti okudu:

«Ve korksunlar o kimseler ki; arkalarından küçük, zayıf çocuklar bırakacak olsalardı, onların üzerine korkup endişede bulunacaklardı. O hâlde;

•Allah Teâlâ’dan sakınsınlar ve

•Sağlam / doğru söz söylesinler.» (en-Nisâ, 9) (Taberî, Tefsîr, en-Nisâ, 9; Ebûbekir SİFİL, Âhirzaman Bilinci, Rıhle, VIII, s. 5)

Yani, evlâtlarımızı koruyacak mânevî zırh ve kalkan «takvâ ve doğruluk»tur.

DOĞRULUK

Bilhassa doğru ve dürüst olma hakikatinin çocukların zihninde ve kalbinde nasıl yerleştirilmesi gerektiğine dair güzel kıssayı Abdullah bin Âmir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim evimizdeyken, annem beni çağırarak;

“–Gel sana bir şey vereceğim.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, anneme;

“–Ona ne vermek istemiştin?” dedi.

Annem;

“–Bir hurma vermek istemiştim.” deyince Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“–Haberin olsun, eğer ona bir şey vermeyecek olsaydın, sana bir yalan (günahı) yazılırdı.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80; Ahmed, III, 447)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir çocuğa;

«–Buraya gel sana bir şey vereceğim.» der de sonra vermezse onun için bir yalan günahı yazılır.” (Ahmed, II, 452)

Bu nebevî tâlimâtın iki yönü vardır:

•Çocuğa da söylense, şaka yapılırken de olsa; asla hilâf-ı hakikat beyanda bulunmamak esastır.

•Çocuk; bu şekilde kandırıldığını hissettiğinde, yalana bizzat anne-babası tarafından alıştırılmış olacaktır.

Bilâkis;

Evlâtları dâimâ doğru ve güzel hasletlere alıştırmak lâzımdır.

Anne-baba, bir ikramda bulunmak istediğinde, onu çocuğuna yaptırmalıdır ki, cömertliğin halâvetini tatsın ve ona alışsın.

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya bir muhtaç gelip bir şey istemişti. O da, oğluna tembih ederek;

“–Haydi ona bir dinar ver.” dedi ve bu hayrı ona tatbik ettirdi. (et-Temhîd, IV, 256)

ÇOCUKTUR DENİLMEMELİ

Mükellefiyet çağının öncesindeki çocuklara günah terettüp etmeyeceği, onların günahlarının yazılmayacağı doğrudur. Ancak bu hakikat, onların yasak olan şeylerden nehyedilmesine gerek olmadığı mânâsına gelmez. Çünkü erken yaşlarda şerîate muhalif davranışlardan alıkonulmazlarsa, çocuklar ona alışır, âdetâ tiryaki olurlar. Mükellef olduklarında da o kötü işleri bırakmaları zorlaşır. Âlimler şöyle demişlerdir:

“Çocuk mükellef değilse de, velisi (anne-babası, onlar yoksa diğer mes’ûl olan kişiler) mükelleftir. Henüz çocuk diye bir kişinin haram kılınan şeyleri yapabilir olmasına müsaade etmemek gerekir.”

Meselâ;

Çocukların oyunlar vasıtasıyla öğrendikleri mâlûmdur. Ancak onların oynadıkları oyunlar üzerinde de hassâsiyet göstermek îcâb eder.

Bu bakımdan çocukların kendi aralarında oyunlarının kumara dönüşmemesine dikkat etmek lâzımdır.

İbn-i Sîrîn -rahmetullâhi aleyh-, bayram günü cevizlerle oynayan bir grup çocuğa rastladı. Onlara;

“–Ey çocuklar! Kumar şeklinde (kazananın diğerinin cevizini aldığı şekilde) oynamayın. Bu da haram olan «meysir» cümlesindendir.” dedi. (İbn-i Ebî Şeybe, V, 288)

Günümüzde maalesef genç ve yetişkin nicelerinin müptelâ oldukları bilgisayar ve telefon oyunlarının mâhiyetleri ve muhtevâlarına dikkat etmek lâzımdır.

Zamanımızda «çocuktur» ifadesinin yanında bir de «ergenlik» mazereti uydurulmaktadır. Ergenlik çağında evlâtları kendi hâline terk etme, serbest ve hırpânî bir hâle bırakma yönündeki batıla ait eğitim telkinlerinin asla İslâmî bir karşılığı yoktur.

Ergenlik çağı ile bülûğ çağı ifade ediliyorsa, unutulmamalıdır ki; dînimiz bu yaşı, mükellefiyetin başlangıcı olarak tayin ve tanzim etmiştir. O hâlde; evlâtlarımızı bu vakitten daha önce güzelce terbiye etmeli, şuurlandırmalı ve onları bu mes’ûliyet başlangıcına hazırlamalıyız.

Bu telkinlerle, muhatabın durumunu gözeterek tebliğ ve irşadda bulunmak kastediliyorsa, dînimiz bu esası sadece gençlerde değil, her ferde şâmil bir şekilde tavsiye ve tatbik eder.

Bütün bu vazifelerin ihmâli hâlinde ise, âhirette fecî bir ayrılık yaşanacaktır.

Cennetliklere;

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyurulacak. O gün cennetlikler büyük bir merasimle karşılanacaklar.

Lâkin diğer taraftan;

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Mücrimler!.. Bugün siz ayrılın!” (Yâsîn, 59) denilecek.

Nice ciğerpâresi evlâtlar, anne-babalarından ayrılıp azap yurduna götürülecek. Bu dünyadaki ayrılıklara benzemeyen, sonsuz ve korkunç bir firak yaşanacak. Bu fecî âkıbetten kurtulmak için; aile ve cemiyet hâlinde Kur’ânî tâlimatlara muvâfık İslâmî bir terbiyeye evlâtlarımızı göndermeli, gönül vermeli, bu vazifeyi üstlenenlere maddî ve mânevî destek olmalıyız.

Cenâb-ı Hak; nesillerimizi, zürriyetlerimizi İslâm ahlâkıyla göz nûru ve gönül sürûru eylesin. Fert fert, aile aile, takvâ toplumunu inşâ edebilmeyi ve müttakîlere önderlik edebilecek vasıfta evlâtlar yetiştirebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..