EKŞİ SÜTE YOĞURT MAYASI KATSAN NE OLUR Kİ?

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

Günümüz dünyasında popüler olmak adına neler neler yapılıyor; «Yeter ki marka olayım!», «Yeter ki benim de adım duyulsun!» diye milyon liralık harcamalar yapılıyor. İnsanlar elbette etkileniyor; «Keşke ben de yapsam…», «Keşke ben de gitsem…», «Keşke benim de olsa…» diyoruz. Demesek bile içimizden geçiriyoruz.

Bayram öncesi Avrupa’dan kara yolu ile Hazerfen Akademisi adını verdiğimiz minibüsümüzle dönerken, Makedonya’nın başkenti Üsküp’e uğradık. Üsküp’e ulaştığımızda, akşam olmak üzere idi. Bizi misafir eden Üsküplü Âdem KALKAN kardeşimizin ev sahipliğinde, otelimize yerleştik. Biraz dinlendikten sonra ev sahibimiz tekrar gelerek, Üsküp’ü gece ışıklar altında gezdirdi. Şehrin her iki yakasını da gördük. Bir tarafta devâsâ heykeller, diğer tarafta ise dağın tam tepesine büyükçe yapılmış haç işareti. Dikkatimi çeken bir husus da şehrin müslüman yakasının görünümü idi. Sanki Osmanlı döneminde giden dervişler geri dönmüşler de orası yetim kalmış gibiydi. Çarşılar yine var… Çeşmeler yine var… Camiler yine var… Ama sanki suyu çekilmiş kuyu misali. «Burada bir şey eksik!..» diye içimden geçirip biraz üzüldüm. O üzüntüyle de fazla gezmek istemedim;

“–Sabah gezeriz…” dedim ve hep beraber otelimize döndük. Sabah namazını Üsküp’ün en eski Osmanlı camisi olan Mustafa Paşa Camii’nde kıldık. Namazda camide 10-15 kişi ancak vardı. Cami imamı kardeşimiz, müezzin ve namaza gelen cemaat şuurlu müslüman kardeşlerimizdi. Cemaatten bir kardeşimiz dedi ki:

“–Burada kalınması, buraya sahip çıkılması gerekirken; maalesef parayı tercih edip kaçtılar, kaçkın oldular. Ama Allah bizden para değil; «selîm bir kalp» istiyor. Biz burada sahipsiz kaldık.” (Bkz. eş-Şuarâ, 88-89)

Genç kardeşlerimizle namaz sonrası ayrı ayrı eğitim gayesiyle keşfe çıktık. Tarihî Osmanlı çarşılarının içinde minibüs kaptanımız Beytullah SAKİN Beyle kahvehâneye oturduk. Kahvehânenin sahibi genç bir kardeşimizdi. 24-25 yaşlarında ancak gösteriyordu. Yeşil çay istedim;

“–Yok!” dedi;

“–İçebileceğim neler var?” diye kahvehânenin içine girdim. Sonra üst kata çıktım. Şaşırmıştım. İç kısmı Osmanlı dönemi kıraathânelerini andırıyordu. Masada gazeteler ve üst katta kitaplar vardı. -Türkçe bildiği için- Üsküplü bu genç kahvehâne sahibine sordum:

“–Buraya Türkiye’den ya da diğer müslüman ülkelerden çok misafir geliyor. Nasıl, memnun musunuz? Kendinizi garip hissetmiyorsunuz değil mi?”

Verdiği cevap o kadar enteresandı ki hepimizin kulağına küpe değil kalbine levha olsun:

“–Hocam, ekşi sütten yoğurt olur mu? Ekşi süte yoğurt mayası katsanız ne olur ki? Tutmaz. Evet; herkes geliyor, herkes elinde buraya maya getiriyor kendince. Hem de kaliteli mayalar. İyi niyetle geliyorlardır elbette. Ama burada eksik olan saf süttür. Sütünüz ekşimemişse yoğurt mayası işe yarar. O süt yoğurt olur. Ekşiyen sütten anca peynir olur o da azıcık, olduğu kadar işte. Saf sütten kastım tasavvuftur. Osmanlı döneminde gelen dervişlerimiz gelip buraya;

«Ben hocayım, ben şu vakıftan geliyorum, ben şu dernekten geliyorum.» veya; «Ben şu firma adına geliyorum.» demedi. Sadece geldi ve esnaf oldu, çöpçü oldu… İnsana dokundu. İnsanın içinde yaşadı. İnsanı kazandı… Yani buradaki insanları SÜT YAPTI. SÜT GİBİ BEYAZ YAPTI. Şimdi gelen kardeşlerimiz evet çok geliyorlar; ama tarihî yerlerimizi geziyorlar, bol bol fotoğraf çekiyorlar, video çekiyorlar. Hattâ yıkılmış tarihî eserlerimize sahip çıkıyorlar. Cami ve okul yaptırıyorlar. Güzel hizmetler bunlar. Ama Peygamber Efendimiz;

«…İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O sağlam ve sâlih olursa beden bütünüyle iyi, o kötü olursa beden de tamamıyla kötü olur. Dikkat ediniz ki o, kalptir.» (Buhârî, Îmân, 39) buyurmuştur. İşte bizim, bir kalbi diri tutacak mayaya ihtiyacımız var. Yoksa ekşi süte istediğiniz kadar maya katın işe yaramaz. Bize, göle maya çalacak; «Nasreddin Hoca»ların yüreği, «Hoca Ahmed Yesevî»lerin mütevâzılığı, «Yûnus Emre» ve «Hacı Bektâş-ı Velî»lerin heyecanı lâzım!”

Kısaca:

“Hayır! Doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) şeyler sebebiyle, kalplerinin üzeri pas tutmuştur.” (el-Mutaffifîn, 14)

“O, Rabbine kalb-i selîm ile geldi.” (es-Sâffât, 84)

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

Mehmed Âkif ERSOY bu durumu şöyle ifade eder:

Îmandır o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür!
Îmansız olan paslı yürek¸ sînede yüktür.

Önemli not: Kalb-i selîm; temiz vicdan¸ bozulmamış saf kalp ve sağduyu anlamlarına gelir.