Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -15- ADIM ADIM MÂNEVİYAT TAHSİLİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

SABIRLA ve GAYRETLE…

Bilginin menşei, tahsil keyfiyeti hakkında tasavvuf fıkhını okumaya ve değerlendirmeye devam ediyoruz:

Yirmi Dördüncü Kaide:

“İlim;

•Ya Şâri‘den / şerîat sahibinden, teallüm edilir / öğrenilir.”

Arapçayla meşgul olanlar bilirler;

Teallüm, kelimesi, tefa‘ul bâbından bir kelimedir. Bu bab, «tekellüf» mânâsı katar. Yani «zorlanarak yapılan bir şey» anlamına gelir. Tekellüf, «külfete girmek, sıkıntıya girmek»tir.

Binâenaleyh ilim, zorlanarak öğrenilir. Bir meşguliyet gerektirir.

Nahiv kitabında buna;

تَعَلَّمْتُ الْعِلْمَ مَسْأَلَةً بَعْدَ مَسْأَلَةٍ

“İlmi bir mesele, sonra bir başka mesele; yani adım adım, gayret ede ede öğrendim.” cümlesi misal verilir.

Öyle bir şırıngayla zerk eder gibi, ilim aşısıyla ilim tahsil edilemiyor. Sabretmek gerekiyor.

İlim; Şâri‘in yani Allah Teâlâ’nın bize göndermiş olduğu kaynaklardan okunarak, tahsil edilerek elde edilen ilimdir. Bunun yolları vardır:

Birincisi: Bu ilim doğrudan doğruya Şâri‘den olacak. Yani Allah’tan. Şerîatın vaz edicisi O’dur. Mecâzen Peygamberimiz de «Şâri‘» kabul edilir. İlim doğrudan Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’den tahsil edilir.

İkinci yol nedir?

“•Yahut O’na (şerîatın sahibine) nâip olan, O’na vekâlet edenlerden öğrenilir.”

Peygamberler, Allâh’ın elçileridir. Peygamber’e itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur.

Âlimler de Peygamber’in vârisleri, halîfeleri; kitap ve hikmeti öğretme vazifesini tevdî ettikleri vekilleridir.

Hazret-i Peygamber’in yerini tutan âlimlerin müsaade olundukları alanda, onlardan ilim öğrenmek durumundayız.

Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in hadîs-i şerifleri malûmdur:

“Peygamberler dinar ve dirhem mîras bırakmazlar. Onlar ilim ve hikmet mîras bırakırlar.” (Tirmizi, İlim, 19)

Dinar, altın paraya; dirhem, akçe de dediğimiz gümüş paraya verilen isimdir.

“Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)

Rasûlullah Efendimiz’in devlet başkanlığı ve kadâ vazifeleri; «Halîfe-i Rûy-i Zemîn», yani Efendimiz’e halîfe olan imamlar tarafından temsil ediliyordu. Peygamberimiz’in; ilim ve hikmeti öğretmek, âyetleri tebliğ edip dîni yaymak vazifeleri bütün ümmete emânet ise de, bunu hakkıyla îfâ edecek donanımda yetişenler, âlimlerdir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri der ki:

“Vâris, mîrasçısı olduğu kimsenin her şeyinden nasip alan kimsedir. Binâenaleyh ulemâ; eğer Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’e mîrasçı olma şerefine nâil olmak istiyorsa, O’nun hem maddî hem mânevî yönüne vâris olmalıdır. Yani hem zâhir hem bâtın tarafına vâris olmalıdır. Eğer sadece zâhirde kalır veya sadece bâtında kalırsa, burada tam anlamıyla bir mîrasçılık tahakkuk etmiş olmaz.”

“Zira Efendimiz -aleyhisselâm- buyuruyor ki:

«İlim, teallüm ile (adım adım gayretle), tahsil edilir.

Hilm de, tehallüm ile (adım adım yaşayarak) elde edilir.

Kim hayrı talep ederse ona hayır verilir.

Kim şerden, kötülükten kaçarsa ondan kurtulur.»” (İbn-i Hibbân, Ravzatü’l-Ukalâ, 210; Taberânî, Evsat, 2738)

Hilim, güzel ahlâkın şubelerinden biridir. Sabırlı, temkinli, akıllı ve ağır başlı olmak gibi anlamlara gelir. «Bağışlamak, ceza verme imkânı olduğu hâlde birinin, ceza vermekten kaçınması» mânâsında da kullanılır. Bir insanın bunu başarabilmesi zorlayarak olmaz; bunun, insanda bir karakter hâline gelmesi gerekir. Hadîs-i şerif bunu anlatıyor: Güzel ahlâk sabırla öğrenilir. Yaşayışla, devamlılıkla tabiat-ı asliye hâlini alır.

Menâzilü’s-Sâirîn müellifi Herevî Hazretleri (v. 481/1089) «sâir»lerin yani seyr u sülûk yolcularının katettiği yüz menzilden, yüz konaktan yani yüz makamdan bahsediyor. Bunlardan bir tanesi de «fütüvvet» makamıdır. Yani seyr u sülûk yolcusu bu ahlâkî makamları da kazanabilmeli. Zaten ancak öyle tasavvufta kemal bulmak söz konusu olabiliyor. Fütüvvetin mânâlarını açıklarken diyor ki:

“Kişi, kendisinden özür dilendiğinde şöyle dönüp kendine bir bakmalı:

«–Acaba ben zâlim, ceberût bir insan mıyım? Öyle değilsem, niye bu kardeşim geldi de benden özür diledi? Demek ki benim ona kızdığımı düşündü. Benim ona alındığımı, darıldığımı düşündü. Eyvah ben fütüvvette kemâli elde edememişim!»”

Yani fütüvvet, delikanlılık, yiğitlik makamını elde eden kişinin; muhataplarını böyle endişeler içinde bırakmaması gerekiyor.

Tasavvuf için meşhur bir ifade vardır:

“İlk ders kimseyi kırmayacaksın. Son ders de kimseye kırılmayacaksın.”

Hilim dediğimiz; bağışlayıcı olmak, affedici olmak, imkânı varken intikamdan vazgeçici olabilmektir. Bu haslet de; tıpkı ilim gibi, yavaş yavaş, peyderpey, affede affede öğreniliyor.

“İbâdet ve takvânın faydası ancak şudur:

•Usûle uygun olan,

•Gönüllere inşirah veren ve

•Akılları genişleten bir fehm / anlayış kazandırmak.”

Yani kulluk hayatımız, dînimizin temel asılları olan Kitap ve Sünnet’e muvâfık olduğunda makbuldür. Bu makbul kulluk ile gönül inşirah etmeli, sâlim akıl da onu rahatça kabul edebilmelidir.

“Sonra ilim için, «ahkâm dairesine girenler» diye bir bölüm vardır.”

Yani içtihad meseleleri, haram-helâl meseleleri, ahkâm ve şerîat dediğimiz şerîatın hükümlerini anlatan bir ilim dalı vardır. Buna biz kısaca fıkıh diyoruz.

“Bu cümleden bir ilim vardır ki; o, ibâre / ifade dairesine girmez.”

Yani sözlerle, kelimelerle ifade edilemeyen bir ilim şûbesi vardır. Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri’nin deyişiyle;

Deprenmeden dil dudak,
Sözü işiten gelsin!

İlim, tahsil iledir. Ancak bu ilmin bir kısmı, zâhirî hükümleri tahsil etmekle elde edilen ilimdir. Bir kısmı da vardır ki; bu ilim, sözle anlatılabilecek bir ilim değildir. Hiç mi ifadesi yoktur? Hazret bir istisnâ açıyor:

“Her ne kadar uzaktan işaret yoluyla anlatılmaya çalışılsa da.”

İbâre, işaret, iktizâ gibi sözün mânâya delâletini anlatan tabirler var. İlmin bu kısmını açık, sarih bir şekilde ifade mümkün değil; ama işaretler ile anlatım vardır.

“İlmin bir kısmı da; hakikatler işaret etse de vicdanların anlayamadığı, kavrayamadığı, idrâk edemediği bir kısımdır. Oysa o ilim; ehli indinde, onu müşâhede edebilenlerin nazarında gayet açıktır. Onu telâkkî edebilenler, onu elde edenler katında tahakkuk eden bir gerçektir.”

Meselâ bizim aklımız; Kehf Sûresi’nde anlatılan Hızır -aleyhisselâm-’ın kıssasındaki o üç hâdiseyi anlamakta zorlanır, anlayamaz. Hattâ vicdanlarımız kabul edemez. Ortada hiçbir sebep yokken bir geminin delinmesi, mâsum bir çocuğun öldürülmesi… Musa -aleyhisselâm- da isyan ediyor;

“Sen tertemiz bir cana kıydın!” diyor. Yani Musa -aleyhisselâm-’ın, zâhir ile mükellef olan bir peygamberin dahî vicdanı bunu kabul etmekten uzak duruyor. Her ne kadar buna dair hakikatlerin işareti varsa da sorguluyor. Çünkü vahyin işaretiyle «ilim sahibi bir zât» denerek, Hızır -aleyhisselâm-’a tâbî olması istenmişti. İtiraz etmemesi şart koşuldu. Bu işaretler; Hızır’ın haklılığına göndermeler taşıyor, fakat hakikati dile getiremiyor. Ama Hızır -aleyhisselâm-; meselenin önünü arkasını bildiğinden ve ilâhî emre tanıklık ettiğinden dolayı, onun için mesele gayet açıktır.

Bugün bunu birçok anlayamadığımız şeyde söylemek mümkündür. Yani bir insan; eğer bir ilim dalından haberi yoksa, meselâ uzay bilimlerinden anlamıyorsa, bu bilimlerden anlayanların söylediği sözleri kabul etmekle birlikte;

“–Ama ben bunlardan bir şey anlamadım.” der.

Mânevî ilimlerde dile gelmeyen fakat işaretle anlatılmaya çalışılan ilim, aslında bir tür sezgidir. Bu, kişinin kalbine, Cenâb-ı Allâh’ın hikmeti ilkā etmesidir. Firâseti lutfetmesidir. Dış dünyada «altıncı his» dedikleri; ama bizim ıstılahımızda, literatürümüzde «basîret» denilen anlayıştır. Bunun hâsıl olması için de gönlün saf olması gerekir.

Hak dostlarının sükût sohbetlerini de, bu; ifadeye gelmeyen mânevî hakikatlerin, beş duyunun ötesinde bir altıncı his ile intikali mümkün olan şeyler olarak okumamız gerekir.

“(İbâdetle hâsıl olan faydaya) «fehm / anlayış» dememizde bile mecaz vardır. Aslının var olduğunu ifade etmekten başka bir mânâ ifade etmez. İşaret ettiklerimizi anla!

Muvaffakiyet Allah’tandır.”