Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -14- BU İLİM ANCAK YAŞADIKÇA…

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

MÜHİM SIRALAMA

Bilgi öğrenme ile onu tatbik etmenin irtibatına dair kaidelerimiz devam ediyor:

Yirmi İkinci Kaide:

“Bir şeyle amel etmenin sahih (geçerli) olabilmesi için, onun hükmünü ve ne vecihten (hangi yönden, hangi illetle) talep edildiğini bilmek gerekir.”

Yani bir şeyle amel etmenin hükmü; bir şeyle amel etmenin sahih olabilmesi, geçerli olabilmesi için önce hükmünü bilmek gerekiyor.

Fakat, bu kaide istismâra açık değildir. Yani;

“Madem bilince yapmak gerekiyor, öyleyse öğrenmeyeyim de yapmak zorunda kalmayayım.” denilebilir mi? Hayır!

«Amel edinceye kadar ilim öğrenmeyeceğim.» türünden bir ifade tıpkı;

«Hastalığım geçinceye kadar tedavi olmayacağım!» diyen kimsenin sözü gibidir. Böyle bir kişi tedavi de olmamış, hastalığı da gitmemiş bir vaziyette (hastalığın pençesinde) kalır.”

Bu mantık oyununu bitirecek hakikat şudur:

Öğrenmek de ayrı bir vazifedir, hem de ilk vazifedir.

Binâenaleyh;

“Önce ilim gelir.”

Önce ilmi tahsil etmek gerekir. İlim tahsili farzdır. Hadîs-i şerifte;

“Her müslümana ilim talep etmek farzdır.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17) buyurulmuştur. Bu ilim, herkesin kendisini alâkadar eden ilmihâl bilgilerini bilmesi demektir. Bu farz-ı ayındır. Toplumda insanları irşâd edecek kadar derinlemesine ilim sahiplerinin bulunması da farzdır. Ancak bu farz-ı kifâyedir. Yani kâfî miktarda kişi öğrenmişse, diğerlerinden vebal kalkar.*

“Sonra amel takip eder.”

Talep ettiğimiz ilmi amele dökmek de onun devamı mâhiyetindedir. Şeytan birinin içine;

“–Yok, ben önce amel edeceğim sonra öğreneceğim.” veya;

“–İçime amel etme isteği gelsin, o zaman öğrenmeye çalışırım.” diye vesveseler verecek olsa bu tıpkı bir hastanın;

“Önce bir hastalığım geçsin sonra ilâçlarımı kullanırım!” demesi gibi bir garâbet arz eder.

Burada teşbihin zihnimizde tam oturması için, hastalığın ancak tedaviyle geçebilecek bir hastalık olması gerektiğini de ekleyelim. Grip gibi hafif hastalıklar ilâç almasak da geçiyor.

Yani câhil kalmak, kişiyi kurtarmaz. Şer‘î hukukta da mer‘î hukukta da, bilgide esas, «bilebilir olmak»tır. Bu sebeple bilmemenin mazeret teşkil edebilmesi için, mükellefin öğrenmesinin önünde bir engel olması gerekir. Meselâ;

“Dünyanın bir ucunda yaşayan, kendisine hiç tebliğ ulaşmamış kişilerin sorumluluğu nedir?” diye ulemâmız düşünmüşler. Fakat tebliğe arkasını dönmüş, kulak vermemiş, hattâ bilerek kaçmış kişiye mazeret yoktur.

Diyelim ki iş adamısınız. Resmî gazetede yayınlanan bir kanunun îcâbından; “Ben bilmiyordum.” diye kurtulamazsınız. Sahanızla alâkalı gelişmeleri öğrenmek zorundasınız.

“(İlim ve amelden) sonra onu yaymaya gayret edeceğiz. Sonra da onu faydalı hâle getirmeye gayret edeceğiz.”

Yani;

•Birinci basamak, ilim tahsil edeceğiz.

•İkincisi, tahsil ettiğimiz ilmin gereğini yaşayacağız.

•Sonra o ilmi öğrendiğimiz gibi neşredeceğiz, aktaracağız, öğreteceğiz.

•Sonra da onun faydasını insanlara anlatacağız. O öğrendiğimiz, amel ettiğimiz ve yaydığımız ilmi, faydalı hâle getireceğiz.

Binâenaleyh bütün mesele bu sıralamada düğümlenmiş görünüyor.

“Başarıyı verecek olan Allah’tır.”

İlim öğrenmek de amel etmek de onu yaymak da onu faydalı hâle getirmek de Allâh’ın bir lutfudur. Cenâb-ı Allah, bizi, bu nimetleriyle de perverde eylesin.

DOĞRU ADRES, DOĞRU USÛL

Müellifimiz, zamanımızda da çok karşılaştığımız bir probleme temas ediyor:

Aradığın şeyi, olması beklenen yerde ara! Olmayacak yerde arama!

Yani ekmek alacaksan fırına gideceksin, şeker alacaksan bakkala gideceksin, elma alacaksan manava gideceksin. Elma almak için nalbura gidersen yanlış yaparsın.

Bir şeyi doğru yerden talep etmek gerekiyor. Binâenaleyh ilim tahsil edecekseniz, fıkıh tahsil edecekseniz sağlam bir fakihten tahsil etmeniz lâzım.

Nitekim Ebû Hanîfe Hazretleri fıkıh öğrenmeye karar verdiğinde Kûfe’nin en fakîhi olan Hammâd bin Ebî Süleyman’ın halkasına katılır. Ve 18 sene o halkada Hammâd bin Ebî Süleyman’dan ilim tahsil eder. Biz bir sene, iki sene, dört sene fakülte okurken müftü kesiliyoruz. Hazret, 10 sene kadar tahsil ettikten sonra;

“Artık ben de kendime bir fıkıh halkası açabilir miyim?” diye düşünür. Sonra gelen sorulardan anlar ki daha öğrenmesi gereken çok şey var. Tekrar hocasının halkasına döner. Ve hocası vefât edene kadar o halkadan ayrılmaz. -rahmetullâhi aleyhim ecmaîn-

Yirmi Üçüncü Kaide:

“Bir şeyi yerli yerinde, onu bulmayı düşündüğün yerde aramak; onu elde etmeye en yakın yoldur.”

Aksi hâlde beyhûde zaman kaybetmiş olunur. Binâenaleyh bir ilim tahsil etmek istiyorsak, onu ehlinden almak lâzım.

Zamanımızda görüyoruz ki; şer‘î ölçülere riâyet etmediği uzaktan bile belli olan kişilerin peşine takılıp, ilm-i ledün öğrenmeye (!) kalkanlar oluyor.

“Sâbittir ki;

Tasavvufî ilimlerin incelikleri, mûtat (bildiğimiz, alışkın olduğumuz) ilim tahsili yollarıyla ulaşılamayacak ilâhî lütuflardır ve hususî hediyelerdir.”

Cenâb-ı Allah bazı kullarının kalbine hikmet lutfeder. Âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor:

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْرًا كَث۪يرًاۜ

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir…” (el-Bakara, 269)

Yani Allah, hikmeti bazı kullarına hususî olarak veriyor. Yani ince ilimler lutfediyor. Bunlar ilâhî armağanlardır, hususî hediyelerdir.

“Medreseye gideyim de öğreneyim, üniversitede 5 yıl okursam öğrenirim, filân hoca efendiden tasavvufun bütün eserlerini okursam; bu özel ilimler, özel bilgiler, özel hikmetler bana da öğretilir.” Böyle bir şey yok.

İlimler «Kesbî» ve «Vehbî» diye ikiye ayrılmış. Zâhirî ilimler, kesbî. Yani medresesi, hocası ve kitabı var. Gayret eden, belirli bir istîdâdı da varsa o ilmi elde eder.

Fakat tasavvufî ilimler, vehbî. Vehbî ilimlerin böyle bir medresesi yok.

“Şu okuma listesini bitirirsen senden hikmetler dökülür.” şeklinde bir tahsil yolu yok.

Fakat yine de yapabileceğimiz birkaç şey var:

“Binâenaleyh bu ilâhî bağışlara, özel sırlara, hikmetlere nâil olabilmek için, şu üç şeye dikkat etmek lâzımdır:

Birincisi: Bildiklerimizle amel edeceğiz. Gücümüz kadarıyla (din, diyanet adına, ahlâk ve fazîlet adına ne öğrendiysek, onları hayata aktaracağız, onları)  yaşayacağız.

İkincisi: Bizim (hazinelerimizi, anlayışımızı, idrâkimizi ve duyuşumuzu) açması için Allâh’a ilticâ edeceğiz, Cenâb-ı Allâh’a yöneleceğiz. Bu da himmet derecesinde olur.”

Yani bir insan ne kadar gayret ederse, ne kadar alâkalı olursa Cenâb-ı Hak o kadar onun letâiflerini açar, mânevî fütuhat nasîb eder.

“Üçüncüsü: Bütün mânâlara nazar ederken, her şeyi Sünnet-i Seniyye’deki kaynağa ircâ etmektir.”

Yani her şeyi; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, O’nun kavlî, fiilî veya takrîrî sünnetine uygun hâle getirmeye çalışmak lâzımdır.

“Böylece;

•(Mükemmel bir şekilde) anlama gerçekleşir.

•Hata nisbeti sıfıra iner.

•Fütuhat (yani birtakım sırların açılması ona ayân olur,) müyesser olur.”

Yol, Rasûlullah Efendimiz’in yoludur. O’nun yolundan gidenler, muvaffak olur. O’nun yolundan çıkanlar, yoldan çıkarlar.

Bir menâkıb kitabı okuyordum. Doğuda bir şeyh efendinin vazifelisi, kendi şeyhine şöyle bir mektup yazıyor. Diyor ki:

“−Ben, yetişmiş olan talebelerime, ikmâl-i nüsah etmiş olan dervişlere irşad icâzeti veriyorum. Fakat benim kızım Hatice, onlardan daha yetişmiş durumda. Daha ehil durumda. Acaba ona da irşad icâzeti yazsam olur mu?”

Hocası ona cevaben bir satırlık bir mektup gönderiyor:

“−Senin kızın Hatice, Peygamber’in hanımı Hatice’yi geçti mi? Peygamber, hanımına hilâfet, icâzet verdi mi?”

Demek istiyor ki:

“Sen, hayatını Sünnet’e göre tanzim edeceksin. Peygamber -aleyhisselâm-, Âişe Vâlidemiz’e kendisinden sonra hilâfet / icâzet bıraktı mı? Yeryüzündeki kadınların en hayırlısı olan Hazret-i Hatice’ye böyle bir vazife tevdî etti mi?”

Mevzu; hanımların hanımlara sohbet etmesi, vaaz vermesi veya ders okutması değil. Bunlar tabiî ki olur ve olmaktadır. Burada mânevî şeyhlik icâzetinden bahsedilmektedir.

Tasavvuf erbâbı bu sebeple dâima usûl ve tatbikatlarına, Sünnet-i Seniyye’den bir dayanak aramışlardır. Meselâ Mevlevîler, «Semâ» hakkında, Hazret-i Câfer’in sevincinden dönmesini ve Efendimiz’in buna karşı çıkmamasını misal verirler.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri; Buhârâ medreselerindeki ulemâyı dergâha çağırıp, tatbikatlarında Kur’ân ve Sünnet’e uymayan herhangi bir şey varsa bildirmelerini istemiş, onlar hiçbir şey bulamamışlardır. (Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 278-279)

Binâenaleyh eğer bir kimse hadîs-i şeriflerin rûhunu idrâk etme noktasına gelirse işte bu hikmet onun kalbine dökülür.

“Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- bu noktaya işaret ederek şöyle der:

«Biz tasavvufu kıyl ü kālden, dedikodudan, mücadeleden, kavgadan, münakaşadan öğrenmedik.

Biz tasavvufu; ancak açlıkla, uykusuzlukla ve amellere hiç bırakmadan devam etmekle elde ettik.»

(Ben sözü aklımda kalan mânâsıyla aktarıyorum. Lâfzî olarak az değişik olabilir.)”

Binâenaleyh tasavvufta maksat Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. İnsan bu maksada yönelik olarak çalışmalıdır.

Kıyl u kāl, dedikodu demektir. Aynı zamanda, zâhirî ilimlerin naklinde bolca kullanılan; «Kıyle / denildi ki», «kāle / dedi ki» kelimelerine atıf vardır. Mânâ ilimleri, böyle nakillerle tahsil edilemez. Bunlar, aklî ihtilâflar ve tartışmalarla da elde edilemez. Bizzat açlığı, uykusuzluğu yaşayarak tahsil edilebilir.

“Efendimiz’den rivâyet edilen şu hadîs-i şerif de buna delildir:

«Öğrendikleriyle amel eden kişiyi Allah, (henüz) bilmediklerinin ilmine vâris kılar.» (Ebû Nuaym, Hilye, X, 15)”

«Vâris kılar» demek, «kolayca elde etmesini sağlar» demektir. Mîras nasıl zahmetsizce elde edilirse, öyle kolayca elde eder.

Yani öğrenebildiğimiz şeyleri öğrenip onlarla amel edersek; Cenâb-ı Allah bizi öğrenemeyeceğimiz, öyle kitapla, kalemle, defterle, hocayla öğrenilemeyecek olan ilimlere de vâris kılar.

Onun için;

“–Niye bende bu zuhûratlar olmuyor? Fütûhatlar olmuyor?” diye soranlar, öğrendiklerini tatbik edip etmediklerine bir nazar kılmalılar.

“Ebû Süleyman ed-Dârânî (v. 215) de şöyle demiştir:

«İnsanlar, günahları terk etmeye, (günah işlememeye, yanlış yapmamaya, kul hakkı yememeye, zulmetmemeye) karar verdiklerinde, artık onların nefisleri melekût âleminde dolaşmaya başlar ve o nefisler, sahibine, hiçbir âlimin ilmiyle elde edemeyeceği turfanda hikmetlerle döner.»”

İlk zâhidlerden olan Dârânî -kuddise sirruhû- Hazretleri de, tasavvuf ilminin, mânevî ve vehbî tarafına işaret ediyor. Sâlik yeter ki günah işlemeyi terk etmeye karar vermiş olsun, kimsenin aklına, sırrına gelmemiş olan hikmetler onun ağzından dökülmeye başlar. Herhangi bir ilimde tahsili olmadan, bakarsınız hikmetler saçar. Niye? Çünkü hikmet günahsız bir ağız ister. Günahsız ağız mümkün mü? En azından niyet edebilir bir insan. Günah işlememeye, günahı terk etmeye, günah olarak bildiği her şeyden uzak durmaya niyet edebilir.

Mevlevî şair Nesîb de şöyle demiş:

Hâlsiz kāl ile irfân-i Hudâ girmez ele,
Mâlihulyâ ile müflis kişi Kārûn olmaz.

“İflâs etmiş, sıfırı tüketmiş bir kişi, nasıl ham hayal ile zengin olamaz ise; mârifetullah da, hâle yansıyan yaşayış olmadan, kuru lâf ile ele geçirilemez.”

Tasavvuf ancak hâl ile tahsil edilebilecek mânevî, derûnî bir ilimdir.

Ne mutlu öğrendikleriyle amel edebilenlere!

Ne mutlu günahları terk etmeye azmedenlere!

_____________________________________________________________________________

* Bu hususu bir başka makalemizde genişçe ele almıştık:
https://www.yuzaki.com/2020/03/kim-kurtaracak/