ÇİÇEKÇİ CAMİİ HÂTIRASI

Mehmet MENCET

BU VATAN İÇİN…

Ayhan Ağabey, Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri’nin sevdiği bir evlâdıydı. Geçtiğimiz aylarda kendisine bir hasta ziyaretinde bulundum.

Kendisi İtalya’da askerî ataşe pilot olarak çalışmıştı. Napoli’ye uçarken uçak hortuma yakalanmış. Himmet ve râbıta ile o sıkıntıdan kurtulduğunu söylerdi.

Kıbrıs Savaşı’nda mayınları imha için Diyarbakır havaalanından havalanıyor, Kıbrıs’a yaklaşınca uçakta nur sîmâlı bir zât-ı muhterem zuhur ediyor;

“–Evlâdım şu şu noktaları bombalayın!” diyor.

“–Efendim, bize verilen tâlimatta oralar yok. Hem de benzinimiz kâfî gelmez!” dediyse de ısrar edip oraları bombalatıyor;

“–Benzininiz ikmal edilir, sen beni dinle!” diyor. İşaret edilen noktalar, Rumların yaptığı tuzaklar imha ediliyor, patlıyor.

Bir ara Ayhan Ağabey;

“–Efendim, sizi tanıyabilir miyim? İndiğimde ziyaret etsem…” diyor.

“–Ben şeyh Şehmuz, Diyarbakır-Mardin arasındayım, kime sorsan bilirler.” diyor ve geldiği gibi kayboluyor. Ayhan Ağabey şaşkınlık içinde, Diyarbakır havaalanına inince hemen secde ediyor. Uçağın benzin deposu kısmına bakınca; düşmanın uçağa açtığı gedik kısmına, bir kuşun girip vücuduyla kapattığını görüyor.

Hemen taksiye atlayıp o zât-ı muhteremi bulmak için yola çıkıyor. Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde Şeyh Şehmuz’un evini soruyor;

“–Onun evi yok; o yıllar önce vefat etmiş bir Allah dostu, türbesi var.” diyorlar. Türbesine gittiğinde Kore gazilerinin astığı bir bez levhada;

“Kore gazileri sizi Fâtiha’yla, minnetle anıyor.” şeklinde yazılı bir metin olduğunu görüyor.

Bu vatan, Allah dostlarının sevdiklerinin yüzü suyu hürmetine ayakta kalabiliyor.

Hayatından kısaca bahsettiğim Ayhan Ağabeyimizin evine yakın bir camiye, cuma namazına gittim. O caminin yapılışı hatırıma geldi.

BABAYA VEFÂSIZLIK

Antalya’ya geldiğim 35-40 yıl önce bir güzel insan; kendisine aileden kalan arsayı değerlenmiş, kırk kadar daire düşmüş. O da evlâtlarına bir kısmını paylaştırmış, kendine ayırdığı paydan da bir cami yapılmasını arzu etmiş ve güvenilir bir arkadaşına;

“–Ölüm kalım var. Bana bir şey olursa; şu daireleri sat, eline geçen parayla, camiyi tamamla. Benim cenazemi de sen kaldır!” demiş.

Adamcağızın içine doğmuş; cami daha bitmeden, bir müddet sonra vefat etti. Cenazesine çocukları gelmemiş;

“–Kim kaldırırsa kaldırsın!” demişler, müteahhitlere hakaret etmişler;

“–Babamız bize haksızlık etti!” demişler.

Daha sonra o çocuklara, caminin açılışını geciktirdikleri için, o zamanın parasıyla 1000 liralık tazminat dâvâsı açtılar. Hâkim kabul etti, Yargıtay kararı onadı, o da ayrı bir ibret…

HELÂLLİK

Rahmetli oldular hepsi de… Keskin’de babamın bir dostu babama;

“–Âdil Ağa, gel seninle bir dükkân açalım.” demiş. Halı, kilim, yastık vs. O zaman geçerli olan ihtiyaca göre… Aradan beş-altı yıl geçince, Nuri Amca ayrılmak istediğini söyledi.

Zaten dükkân da çok iş yapmıyor. Genelde kasabalarda veresiye çok olur, yazdıran gidiyor:

Yok «harman zamanı vereyim.» yok «şu ayda vereyim.» kimseyi kıramıyorsunuz. Ben de bu işlerden çok anlamam. Bazen babam olmadığı veya bir yere gittiği zaman dükkâna gidiyordum. Bazıları takip ediyorlar, babamın olmadığını görünce;

“–Ooo ağamın oğlu; bana şunlardan ver, sonra biz babanla hesaplaşırız.” diyerek alıp gidiyorlardı. Rahmetli babam;

“–Oğlum ne yaptın?” deyince;

“–Baba bir sürü halı sattım, parayı sonra vereceklermiş.”

“–Oğlum, onlar kaç yıl önce aldıklarını bile getirmediler şimdi mi getirecekler? Sen bir daha dükkâna gelme!” dedi.

Bu ortak, ayrılırken babama;

“–Dükkân sende kalsın, alacaklar da sende kalsın, sermayeye dâhil olsun. Ancak ölüm var, kalım var, bunu bono yapalım.” dedi.

Babam ona;

“–Ya sen bunları bankaya verirsen; ben bu alacakların çoğunu alamadım, mağdur olurum, altından kalkamam.” dedi.

“–Hiç acelem yok, eline geçince ödersin!” dedi.

Babamın pek içine sinmedi; ama bunca yılın hukuku, dostluğu var;

“–Baba, ayıp olur, imzala!” dedim.

Aradan birkaç ay geçmeden, hiç de ihtiyacı olmadığı hâlde bankaya verdi. Durumu gayet iyi olmasına rağmen maalesef sözünü tutmadı. Bankadan peş peşe ihtarlar geldi. Babamın ödemeye gücü yetmedi. Ben de o yıllarda hâkim stajyeriydim, öğleyin eve geldim ki icrâ memuru ve ekibi eve gelmiş. Hiç alışık olmadığımız bir manzara, kendi hâlimizde yaşayıp gideriz. İcrâ memuru beni görünce;

“–Kusura bakma, kaç gündür oyalamaya çalıştım. Sizi tanıyorum ama elimden bir şey gelmedi.” dedi. Ağlayarak evden ayrıldım. Babam bahçenin bir kısmını satmak zorunda kaldı…

Yıllar sonra bu amca, hasta yatağında devamlı beni sayıklıyormuş. Etrafına hep;

“–Mehmet gelmedi mi?” diye soruyormuş.

Birkaç kişiye sorunca;

“–Bu Mehmet kim, hep bunu sayıklıyor…” demişler.

“–Baba, bu Mehmet kim, hep onu soruyorsun…” demişler;

“–Âdil Ağa’nın oğlu Mehmet…” demiş;

“–O burada değil, Antalya’da hâkim, nasıl gelsin?” deyince susuyor. Telefon ettiler;

“–Babam artık sona geldi, hep seni soruyor…” deyince anladım ki helâllik istiyor;

“–Selâmlarımla, hakkımı helâl ettiğimi söyleyin!” dedim.

Hayat böyle; gün oluyor, ömür bitiyor. Rabbim huzûruna kul hakkıyla getirmesin. Yanlış işlerden en kısa zamanda dönüp, tövbe nasip etsin…