RASÛLULLAH (S.A.S.)’İN HİCRETİ -20-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Rasûlullah -aleyhisselâm- ve yol arkadaşları, hicret yolunda ilerliyorlardı.

Diğer taraftan da Yesrib’de (Medine’de) gönüller ve gözler Mekke istikametindeydi. Medineli müslümanlar; Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın, Medine’ye gelmek üzere Mekke’den yola çıktığını haber aldıkları günden beri, sürekli O’nu gözlüyorlardı. Hem öyle ki; her gün, sabah namazını kıldıktan sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıp, zeval vakti girince kadar yolu gözlüyorlar, gelen giden olmayınca, her biri boynu bükük bir şekilde evlerine dönüyorlardı.

Müjdeli haberin üzerine; sadece her günü değil, her saati sayıp bekleyen sahâbîler, bir yandan da, teşrif edeceği günü hesap ediyorlardı. Bu hesaba göre gelmesi yakındı artık. Bazı özel durumlarda değişmekle beraber, genel olarak Mekke-Medine arası, yolculuğun şartlarına göre 13-14 gün sürüyordu.

Gönüller Sultanı’nın Mekke’den çıkışında başlayan heyecan; gün geçtikçe artmış, on üçüncü güne girdiklerinde, evlerinde duramaz olmuşlardı artık! Fakat beklenen kıymetli misafir, o gün de gelmemişti!

O geceyi zor geçirmişler, sabahın erken saatlerinde yollara dökülmüşlerdi yine. Heyecanlı bekleyiş, her dakika bir başka heyecana dönüşüyordu.

Yeni bir gün, uzun uzun yolu gözledikten sonra, dönüp evlerine girdikleri sırada, yürekleri ağızlarına getiren bir ses duydular:

–Ey Arap topluluğu! İşte, nasibiniz, devletliniz; gelmesini bekleyip durduğunuz ulu kişiniz geliyor!1

Bu seslenen bir yahudi olup; kendisine ait bir iş için, kalelerden bir kalenin üzerine çıkarak uzakları gözetlerken, beyazlara bürünmüş elbiseleriyle gelenleri görüp, haykırmıştı.

Bu müjdeli sesi işiten Medineli müslümanlar; Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı karşılamak için, hemen yerlerinden fırladılar.

İki Cihan Güneşi geliyordu. Karanlıklar aydınlanacak, zulmetin yerini nûr alacaktı. O geliyordu çünkü O. Güneş geldi mi, karanlık kaybolup giderdi öyle ya!

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın ufukta görülmesiyle beraber; Amr bin Avfoğulları yurdu olan Kuba, tekbir sesleriyle sarsılmaya başladı. Medine yerinden oynuyordu sanki!

–Allâhu Ekber!

–Rasûlullah geliyor!..

–Allâhu Ekber!

–Nebiyyullah geliyor!..

–Allâhu Ekber!2

Bir yandan tekbirler ile yeri göğü inleten Medine müslümanları, bir yandan da Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı karşılamak için koşuşturmaya başlamışlardı.

Medineliler yola dökülmüştü! Nefesler göğüs kafeslerini zorluyordu! Yürekler kıpır kıpırdı! Hasret dağları aşmış, sevda göklere ermişti!

Medineliler bayram yaşıyorlardı! Herkes bayram yapıyordu, içlerinden bazıları konumlarına göre herkesten çok daha başka bir bayram yaşıyordu!3

Medine, her şeyi ile muhabbet yarışındaydı! Her biri büyük bir coşkuyla muhabbet vesilesine, muhabbetle koşuyorlardı:

–Allâhu Ekber, Rasûlullah geliyor!..

–Allâhu Ekber, Nebiyyullah geliyor!..

Herkes bir başka ifade ile aynı muhabbeti seslendiriyordu! Bu muhabbet güfteye, güfte besteye döküldü ve meşhur; «Talea’l-Bedru Aleynâ» gibi bir şâheser oluşuverdi!4

Öylesine büyük bir coşku ile karşıladılar ki, Rasûlullah -aleyhisselâm- çok memnun olmuştu. Güneşi bile gölgede bırakacak bir gülümsemeyle; kendisini karşılamaya çıkan bu coşkulu kalabalığa bakarak, muhabbetinden muhabbet iksiri sunuyordu.

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı karşılamaya çıkanlar, sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırmış bir hâldeydiler! Kimisi sevinçle çığlık atıyor, kimisi hıçkırıyor, kimisi yerinde duramayıp havalara zıplıyordu! Herkes bir başka sevgi gösterisindeydi yani.

Yesrib (Medine) Kuba’ya akmış; şimdi de Kuba müslümanları ile beraber, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı karşılamak için yarışa geçmişlerdi.

Her geçen dakika ile iyice artan kalabalık, muhâcir kafilesinin etrafını sarıverdi. Dur durak bilmeyen tekbir ve sevinç haykırışları ile yeni bir destan yazıyorlardı.

Rasûlullah -aleyhisselâm- ve yol arkadaşları, etraflarını saran muhabbet toplumu ile beraber Kuba merkezine kadar vardılar.

Ancak, bunların birçoğu; O’nu daha önce görmedikleri için, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı tanımıyorlardı; «Rasûlullah hangisidir?» diye, artan bir heyecanla bakıp duruyorlardı.

Karşılayıcı ve coşkulu kalabalık ile Hazret-i Ebûbekir konuştuğu için; O’nu Rasûlullah sanıyorlar, iyice yanına sokulup, daha yakından görmek istiyorlardı.

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı karşılamaya gelen müslümanlar, O’nu bizzat karşılayıp ağırlamanın telâşını da yaşıyorlardı. Bu arada Rasûlullah da devesinden inip, gösterilen yere oturmuştu. Karşılayıcıların birçoğu, Rasûlullah zannıyla Hazret-i Ebûbekir’e yönelmişlerdi.

Kısa bir süre sonra; Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın üzerine güneş gelip de, O’nu rahatsız edince, Hazret-i Ebûbekir hemen O’na bir gölgelik yaptı. İşte bu hareket ile karşılayıcıların hepsi, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı görüp tanımış oldular.5

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı görüp tanıyan bu muhabbetli kalabalık, artan bir muhabbet ile grup grup yaklaşarak, O’na selâm vermeye başladılar:

–Esselâmu aleyke yâ Rasûlâllah, hoş geldin!

–Esselâmu aleyke yâ Rasûlâllah, bize şeref getirdin!6

Rasûlullah -aleyhisselâm-, karşılamaya gelen bu coşkulu kalabalık karşısında, kısa bir müddet oturup, hasbihâl ettikten sonra, yol yorgunu olmaları sebebiyle Kuba merkezinde Amr bin Avfoğulları kabîlesinden Hazret-i Kulsûm bin Hıdm’ın evine davet edildi.7

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-

______________

1 Zührî, Megāzî, s. 103-104; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 137.

2 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 233; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 263.

3 Zührî, Megāzî, s. 103-104.

4 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 233.

5 Zührî, Megāzî, s. 104; Abdurrezzâk, el-Musannef, c. 5, s. 396; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 137; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 248-249; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 333-334; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 2, s. 373.

6 Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri Dâri Mustafâ, c. 4, s. 245.

7 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 138; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 233; İbn-i Kuteybe, el-Maârif, s. 66; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 263; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 249; İbn-i Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 93; Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 192; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 197; Mustafa Âsım KÖKSAl, İslâm Tarihi, c. 2, s. 374.