NİÇİN YARATILDIK?

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Allah Teâlâ bir âyet-i kerîmede buyuruyor ki:

“Ben cinleri ve insanları, (başka bir maksatla değil) sırf Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)

Allâh’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerîm’in beyanlarının bir üslûbu vardır; ifadeler kesinlik ve kuvvet bakımından lisan âlimlerinin uzun uzun îzahlar yapacağı şekilde te’kîd edilmiştir.

İnsanoğlu elbette şu fânî ömrünü bir şeye inanıp bağlanarak geçirecek ve bu uğurda fedâkârlık yapacaksa kesinliğe ihtiyaç duyacaktır. Allah -Zülcelâl- de; kullarını ne için yarattığını, onlardan ne istediğini, isteklerini yerine getirenlere ne va‘dettiğini, getirmeyenlerin sonunun ne olacağını açık, kesin ve kuvvetli beyanlarla açıklamıştır.

Allah Teâlâ birçok âyet-i kerîmede insanoğlunu kulluğa davet eder; davetini kabul etmeyenleri de azâbıyla tehdit eder:

“Rabbiniz şöyle buyurdu:

Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir!” (el-Mü’min, 60)

“Kim Rabbini anmaktan yüz çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen bir azâba sokar.” (el-Cin, 17)

“Kim Ben’im zikrimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir, Biz onu kıyâmet günü kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ, 124)

Yine bir âyet-i kerîmede Allah -Zülcelâl- cehennemlik olmak gibi fecî bir sona dûçâr olanların durumu hakkında şöyle buyuruyor:

“(Cennet ehli, cehennem ehline);

«–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan sorarlar.

Onlar şöyle cevap verirler:

«–Biz namaz kılanlardan değildik.

•Yoksulu doyurmuyorduk.

•(Gaflet ve günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk.

•Ceza gününü de asılsız sayıyorduk.

•Sonunda bize ölüm geldi çattı.»” (el-Müddessir, 42-47)

Bu âyet-i kerîmede dikkat çeken, cehennem ehlinin kendilerini buraya getiren ahvâle dair ilk cümlenin; “Namaz kılanlardan değildik.” olmasıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet-i kerîmede îmandan hemen sonra «amel-i sâlih» işlemenin, yine bazı âyet-i kerîmelerde de namazı kılmanın ve zekâtı vermenin emredildiğini görüyoruz.

Bu âyet-i kerîmede ise namazı kılmamak gibi amelî bir durum;

“Ceza gününü asılsız sayıyorduk.” şeklindeki îmânî durumdan önce zikredilmiştir. Sanki bu âyet-i kerîmede namazı kılmamanın neticesine dikkat çekiliyor gibidir. Namazı terk etmenin öncesinde, gaflet ve günahlara dalanlarla beraber dalmaya sebep olmasından bahsediliyor. Ve bu hâl üzere yaşayıp giderken, âhireti hatırlatan olunca âdeta inkâr edercesine hafife alıp kulak ardı ediyor. Kişi bu şekilde ömrünü tüketirken, hiç beklemediği bir sırada ölüm gelip çatıyor.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bazı hadîs-i şeriflerinde de ibâdetlerden dîni ayakta tutan esaslar olarak bahsediliyor. Meselâ;

“İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir…” (Buhârî, Îmân, 1; Müslim, Îmân, 19) hadîs-i şeriflerinde ameller, İslâm’ın üzerine binâ edildiği esaslar arasında sayılıyor.

“Namaz dînin direğidir” (Tirmizî, Îmân, 8) gibi daha nice âyet ve hadisler îmân ile amelin karşılıklı etkisine işaret ediyor.

Peki bugün müslümanlar olarak bu durumun ne kadar farkındayız?

Ramazân-ı şerif ayını idrâk ederken, bunun üzerinde biraz düşünmemiz îcâb etmez mi?

Ramazan ayı ki, Allah -Zülcelâl- onun ehemmiyetini bize anlatırken;

“Onda Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olmaya başladığını…” bildiriyor.

Bize kulluğumuzu bildiren, nasıl kulluk edeceğimizi öğreten Allâh’ın âyetlerinin nâzil olduğu aya erişenlerin, bu ayı oruçla geçirmesini emrederken;

“Umulur ki takvâya erersiniz.” buyuruluyor. (el-Bakara, 183)

Tasavvuf yolunun büyükleri, orucu ibâdet hayatının sığınağı olarak görmüşlerdir. Nitekim bazı kaynaklarda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Her şeyin kapısı vardır. İbâdetin kapısı da oruçtur.” (Kenzü’l-Ummâl, 8:447) buyurduğu nakledilmiştir. Yani oruç tutmak, kendisi bir ibâdet olduğu gibi, ibâdet edecek ruh hâlini kazanmak ve ibâdetin mâneviyâtına ermek için bir ibâdet hazırlığı olarak da değerlendirilmiştir.

Ancak ne yazık ki bugün bizler, ibâdet etmek için yaratıldığımızdan gafil bir şekilde yaşıyoruz. Birçoğumuz namazın önemini tam mânâsıyla idrâk edebilmiş değiliz. Ülkemiz nüfusunun yüzde doksandan fazlası müslüman olduğu hâlde, beş vakit namaz kılanların sayısı oldukça düşük. Yapılan anketlerde cuma namazı kılan veya bayram namazına giden birçok kişi, beş vakit namaz kılmadığını ifade ediyor.

Namaz kılması gerektiğine inandığı hâlde, namaza başlamayı sürekli erteleyen kişiler görüyoruz. Dînini bilen, dindar ailede doğup büyümüş kişiler arasında dahî namazını kılmayan çok sayıda kişinin olması çok üzücü.

Bugün İslâm âlemi olarak ağır imtihanlardan geçiyoruz. Öyle imtihanlar ki; gücümüz yetmiyor, ancak sonsuz bir Kudret’in yardımına muhtaç olduğumuzu görüyoruz. Peki duâ ediyor muyuz?

Ne yazık ki, Allah -Zülcelâl- ile bağ kurmayan bir kişinin içinden duâ etmek de gelmiyor. Hâlbuki Rabbimiz;

“Duâ edin, icâbet edeceğim.” (el-Mü’min, 60) buyuruyor.

Bütün dertlerimizin çözümü, Allah -Zülcelâl- ile aramızdaki ahid olan, namazı yerine getirmek.

“Sabırla ve namazla yardım isteyin.” (el-Bakara, 153) diye çözüm yolunu gösteriyor.

Öyleyse neden ibâdet etmiyoruz?

Çok mu zor? Yaptığımız şeylerin birçoğundan daha mı zor?

Aslında değil. Meselâ; beş vakit namaz kılmak, her gün yaptığımız birçok işten daha zor, daha yorucu değil. Sadece dikkatimizi toplamayı gerektiriyor. Bu dikkati çok dağınık olan modern insana zor geliyor. Bir de namaz, oyun ve eğlence gibi zevk vermiyor.

Dünyevî başarılar gibi peşin bir menfaat de sağlamıyor. Mükâfâtı dünya hayatının sonuna saklanmış. Kısacası bir ihlâs imtihanından geçiyoruz. Bütün zorluğu da burada.

“İnternette oyun sektörü yüzde şu kadar büyüdü.” gibi raporlar görüyorsunuz. Bazı oyunlar sadece eğlence değil, coin ve NFT denilen dijital âlemde geçerli varlıklar kazanmayı va‘dediyor. Bu plâtformların, gelecekte kurulacak metaverse isimli sanal âlemin temelini oluşturacağı ileri sürülüyor.

Kısacası, gelecek nesil için tuzak kuruluyor. Haz, hız, eğlence ve beyni biyokimyevî zevklerle esir edecek her türlü faaliyeti va‘deden bir sanal âlem. Artırılmış gerçeklik ve sanal gerçeklik gözlükleriyle, giyilebilir teknolojilerle içine ışınlanacağınız, avatarlarınız vasıtasıyla türlü şeyler yaşayabileceğiniz bir dünya…

Peki bu dünyanın insanları ibâdetlerini de bu âlemde yapabilecekler mi? Yakında müftülere;

“Avatarımızın kıldığı namaz geçerli olur mu?” soruları gelecek gibi görünüyor.

Allah -Zülcelâl- birçok âyet-i kerîmede;

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” (el-En‘âm, 6/32) buyurarak, maddî dünyanın bile fânîliği bakımından asıl hayat olan âhirete nazaran oyun ve eğlence mesâbesinde olduğunu bildiriyor.

İnsanın ailesine karşı sorumluluk hissi taşıması; onlar için çalışmanın niyetine ve ölçüsüne dikkat ederse, sevap bile olabilir. Ama Allâh’a karşı ibâdetlerimizi aksatmamak şartıyla. Eğer niyetimiz daima ibâdet için güç ve imkân kazanmak olursa ve helâl çizgisini aşmazsak, insanlara faydalı olacak şekilde işler yapmak da sevap kazandırabiliyor. Ama sırf ibâdet olarak yapılan amellerin yanında bunlar da oyun ve eğlence gibi kalıyor.

Allah Teâlâ;

“Biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları oyuncak olsun diye yaratmadık.” (el-Enbiyâ, 21/16) buyuruyor.

“Bilin ki mallarınız ve çoluk çocuğunuz birer fitnedir (imtihandır). Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” (el-Enfâl, 28) buyurarak;

“Kendinizi dünya sahnesindeki rollerinize kaptırmayın, asıl kimliğiniz, kulluğunuzdur.” diye uyarıyor.

Eğer insan ibâdetlerini gücü yettiği kadar yapmaya gayret ederse; mizâcı ve alışkanlıkları sebebiyle kurtulamadığı ufak tefek hatalarının, o ibâdetler hatırına affedileceği va‘dediliyor.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:

“Bir müslüman; farz namazın vakti geldiğinde güzelce abdest alır, huşû içinde ve rükûunu da tam yaparak namazını kılarsa, büyük günah işlemedikçe kılmış olduğu namaz önceki günahlarına keffâret olur. Bu, bütün ömür boyu geçerlidir.” (Müslim, Tahâre, 7)

Ne kadar büyük bir müjde, öyle değil mi? Öyleyse düşünelim? Neden namaz kılmıyoruz veya namaza îtinâ göstermiyoruz?

Namaz öyle bir sevap kapısı ki, namaza ne kadar çalışsanız müjdeler bitmiyor. Allâh’ın sevap hazineleri, uçsuz bucaksız ummanlar gibi…

Meselâ Ebû Hüreyre -radıyallahu anh- rivâyet ediyor:

“İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar fazîletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı kur’a çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar fazîletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazîleti bilselerdi, emekleyerek ve sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi.” (Buhârî, Ezân, 9, 32, Şehâdât, 30; Müslim, Salât, 129)

Namazı cemaatle kılmak, ezanı dinlemek, kelimelerini tekrarlamak, ezan ile kāmet arasında duâ etmek, abdest alırken duâlar okumak, namaza erken gidip bir süre camide tefekkürle, tezekkürle vakit geçirmek… Bunların her birine sevap va‘dediliyor. İşte size sevap sağanağı…

Sonsuz âhiret hayatına hazırlık yapmak gibi bir derdi olanlara ne güzel müjdeler. Ramazan vesilesiyle bunları önce nefsimize, sonra ailelerimize ve evlâtlarımıza hatırlatalım…