Ebedî Saâdete Ulaşmak İçin; İSTİKAMET ÜZERE OLMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsanın mâhiyeti ile alâkalı olarak, tefekkür ederek hakikati bulmaya çalışan filozoflar tarafından çok çeşitli şekillerde görüşler ortaya konulmuş ve insanlar bu fikirleri esas alarak mevzu üzerinde derinleşme gayreti göstermişlerdir. Bu fikirlerin bir kısmında da en yakın tür olan hayvanlar âlemine atıfta bulunulmaktadır. Hattâ bilgi çağı diye vasfedilen zamanımızda bile; dünyevî cereyanların mâneviyâta galebe çalması için tabu hâlinde kabul gören ve insanın varlığını hayvanın tekâmülüne bağlayan «evrim» nazariyesine, bir hakikat gibi sarılındığı da bir vâkıadır.

Bu ihtilâflar; şüphesiz müphem mevzularda, tefekkürle varılan kabuller değildir. Zira, kâinâtın sahibi Allah Teâlâ; sonsuz rahmeti ile, ilk insanı peygamber olarak yaratmış ve O’nun rehberliğinde, ebedî saâdete ulaşmak için insanlığın takip etmesi gereken istikameti de beyan buyurmuştur. Ancak, -hikmetine binâen- dünyanın bir imtihan sahnesi hükmünde olması hasebiyle, insanların bir kısmı hak istikametini tutarken, bir kısmının da bâtıl yollara sapmaları mukadder olmuştur. İlk farklılaşma en başta; hakkı tutan Hâbil’e karşı, bâtılı temsil eden Kābil’le vâkî olmuştur. Bir tabiat kanunu olan; «her şeyin zıddıyla kāim olduğu» düsturu çerçevesinde, insanlığın kaderi de bu iki ana hizbe mensubiyetle tezâhür etmiştir. Allah Teâlâ; sonsuz lütufları meyânında, kullarını kendi hâllerine bırakmamış, doğru istikamet puslandıkça, tayin buyurduğu peygamberân-ı izâm hazerâtı ve teselsülen onları takip eden Hak dostu sâlih kullar vasıtasıyla tekrar âşikâr hâle gelmesini lutfetmiştir. Her kavme gönderilen ilâhî elçilerin 124 bin küsûra bâliğ olduğu rivâyet edilmektedir.

İnsan en mükerrem varlıktır. Bunu ifade sadedinde, Ahmed Gazâlî Hazretleri;

“Allah Teâlâ’nın, kâinâtı insan için, insanı da yüce Zâtı için yarattığını; bu cümleden olarak da, insanın mesaisini Yaratan’a değil de yaratılana hasretmesinin abesliğine” işaret buyurur. Hadd-i zâtında insanı yüce Zâtı’na halîfe olmak gibi ulvî bir vazife ile mükellef kılan Allah Teâlâ; bu makamla mütenasip olarak, onu hesaba sığmayan sonsuz lütuflarla taltif buyurmuştur. «Ezel Bezmi»nde kendisine sonsuz lütuflarda bulunan Rabbine itaat sözü veren insanın da, bu ahdine sâdık kalması beklenir. Allah Teâlâ, sonsuz rahmetinin tezâhürü olarak, insana bir hususiyet daha bahşetmiştir ki; o da, onun fıtrat üzere, kemâlât kazanmaya istîdatlı olmasıdır.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu; yahudi, hıristiyan ve mecûsî yapar.” (Buhârî, Tefsîr [Rûm], 2) diye bu hususa işaret buyurur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de, insan, hatt-ı hareketiyle alâkalı olarak şöyle îkaz buyurulur:

“O hâlde (Habîbim), Sen yüzünü muvahhid olarak dîne yönelt. Allâh’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et…” (er-Rûm, 30)

Her medeniyet, kendi insan tipini inşâ eder. Asırlarca dünyayı, adâlet ve huzurla buluşturan bizim medeniyetimizin temeli;

“Kendini bilen, Rabbini bilir; Rabbini bilen de kendini bilir.” idi. Bu düsturun semeresi, «rahmet insanı» oldu. Dünyada siyâsî gidişâtı, bâtıl hizbinin ele geçirmesiyle; insanlık, güçlü, sömürgeci devletlerin hâkimiyetine girmiş; körüklenen dünyevî cereyanlar, asırların müktesebâtı olan merhamet, şefkat, adâlet… gibi fazîletlerle donanmış ruhları kavurup, dumûra uğratmıştır. Bu «modern câhiliyye» denilen zamanımızda da, insanı insan yapan fazîletlerden sıyrılmış, kendini ve Rabbini hakkıyla bilmeyen, «hevâsını ilâh edinmiş», nefsine râm olmuş, âdeta çağın yüksek teknolojik gelişmesi ile mütenasip robotlaşmış bir «câhiliyye insanı» tipi inşâ edilmiştir.

Gönül ehli, hayatın gayesini; «Kesb-i kemâl edip, seyr-i Cemâl’e ermek.» olarak tarif ederler. Âhiretin tarlası mesâbesindeki dünya hayatında, insanın önünde, ufka doğru giden pek çok yol gözükür. Şahsın taleplerine ve izini sürdüğü rehberlere göre tuttuğu yol, onu muhtelif menzillerden aşırmak sûretiyle ebediyet âlemine çıkarır. Bu cümleden olarak; eğer hedefini bilerek, bu şuurla doğru istikamet takip edilmişse, kesbedilen kemâlâtın semeresine ermek mümkün olacaktır. Bu münasebetle, her mü’minin Allah Teâlâ’nın yardımına sığınarak, en büyük saâdeti kazanabilmek için en çok yaptığı duâ;

“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” (el-Fâtiha, 6-7) duâsıdır. Fakat; nefse râm olarak, yanlış istikametlere sapıp, bâtıl yollarda ısrarla ömür tüketmenin karşılığında, fayda vermeyen pişmanlıklarla dolu hüsranlara dûçâr kalınabilecektir.

Farklı vasatlarda, nesillerin hebâ olup gittikleri nazar-ı itibare alındığında; insanın fıtrat üzere şahsiyetini geliştirmesi için uygun bir vasatta, şüphesiz daha kolay ve verimli olacağı anlaşılır… Ancak haberleşme araçlarının fevkalâde geliştiği, «haz ve hız» esâsında nefsâniyetin tatmininin, âdeta putlaştırıldığı günümüzde, uygun vasatlarda bulunmak da zor hâle gelmiş durumdadır. Büyük meseleler, kuvvetli şahsiyetlerin basîret, firâset ve dirayetiyle halledilebilir. Bir kıssada bu hususa şöyle işaret edilir:

Bir mürşid, bir yere irşâd için bir talebesini vazifelendirir. Ancak talebe; «o yerde, bu irşâdın yapılabilmesi için hiç kimsenin bulunmadığı» bilgisini arz edince; mürşidi ona fevkalâde mânâlı şu cevabı verir:

“–Evlâdım, uygun kimse yoksa; sen doğuracaksın!”

Uygun vasatın teşkili ile ilgili, İbrahim bin Edhem Hazretleri’nin ibretlik bir menkıbesi vardır. Buna göre, Belh Sultanı İbrahim bin Edhem sarayında istirahat ederken, çatıda dolaşan bir kimseden rahatsız olur:

“–Kimsin; ne arıyorsun?” diye bağırır. O kişi;

“–Devemi arıyorum!” deyince;

“–Be adam, çatıda deve ne gezer!” diye bağırır. Aynı ses;

“–Sen ipek ve atlâs yataklarda, gümüş ve altın tahtlarda Allâh’ı arıyorsun ya!”

İbrahim bin Edhem Hazretleri; sonradan Hızır -aleyhisselâm- olduğu ortaya çıkan bu zâtın, birkaç sefer daha îkazıyla karşılaştıktan sonra, tâcını-tahtını bırakıp, insanların gönül sultanı olma saâdetini seçer.

Bir menkıbede de;

“… 100 kişiyi öldüren bir cânîyi; irfân ehli bir âlim, bulunduğu yeri terk edip, sâlih kimselerin olduğu bir yere gitmeye iknâ eder. Nitekim o kişi söze uyarak, belirtilen yere giderken yolda vefat eder. Ancak, tevbe edip sâlih bir kul olmaya karar verdiği için, âhiretini kurtarmış olur…” (Mustafa ERİŞ, Altınoluk Dergisi, sa. 283)

Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmeti; şartlarına uyarak, huzûra gelen herkese şâmildir. Öyle ki; Allah Teâlâ, âhirete nisbetle bir hiç mesâbesindeki dünyada; akıl ve iradeyi kullanıp Kur’ân ve Sünnet istikametini takip ederek ebedî saâdete ulaşma ikrâmını lutfetmiştir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyuruyor. (Münâvî, III, 470) Dünyevî cereyanların zıvanadan çıkardığı, gittikçe kalabalıklaşırken, gittikçe yalnızlaşan insanlığın; kendini ve Rabbini tanıyabilmesi için rûhen sığınabileceği «Rahmet Adacıkları»na ihtiyacı var. İdrak etmekte olduğumuz, rûhâniyet mevsimi mübârek «üç aylar»da, bu «kemâlât kesbetme» vetîresi, çok daha kolay ve verimli. Allah Teâlâ, «seyr-i Cemâl»e ermeyi, sonsuz rahmetiyle bütün mü’minlere ihsân eylesin.