SAATÇİ
Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr
Her şey vaktini bekler.
Ne gül vaktinden önce açar,
Ne güneş vaktinden erken doğar.
Bekle senin olan sana gelecektir… (Hazret-i Mevlânâ)
Küçük bir Anadolu kasabasının tek saat tamircisiydi. Bu meslek ona dedesinden, babasından yâdigâr kalmıştı.
Tıpkı dedesi gibi, babası gibi kasabalının getirdiği her türlü saati tamir eder, aynı zamanda dükkânına çok yakın olan tahminen 170 yıllık saat kulesinin dev saatinin de bakımını yapardı.
Yıllardır yaptığı gibi; her sabah namazdan evvel saat kulesine gelir, saatin çarklarını, yaylarını yağlar, ayarını yapar camide sabah namazını kıldıktan sonra da dükkânını açardı.
İlk olarak babası vefat ettikten sonra, saatin dişli takımını teşkil eden küçük çarklarından birinin çalışmadığını fark etmişti.
Saatçi ne yapsa da ne etse de o küçük dişliyi bir türlü çalıştıramıyordu, ancak o küçük çark çalışmamasına rağmen saat normal işleyişine devam ediyordu
Her sabah o dişliyle özel olarak ilgilense de, fonksiyonu kendisi için bir muammâ olan bu dişliyi çalıştıramadan saatin ayarını yapıp çıkıyordu.
Yıllar geçtikçe saatçi bu mevzuyu kendine dert edindi. Artık tek düşüncesi ve gayesi bu küçük dişliyi çalıştırabilmekti.
Geceleri uykuları kaçıyor, hafakanlar basıyordu.
Bu küçük dişli niçin çalışmıyordu, buna rağmen saatin çalışması neden etkilenmiyordu?
Bu muammâ, saatçinin beynini kemiriyordu.
Saatçi; aslında o çalışmayan çarkın nezdinde bir iç sıkıntısı, bir huzursuzluk yaşıyordu.
Günlerden bir gün saatçinin dükkânına bir zât geldi:
“–Selâmün aleyküm!”
“–Aleyküm selâm!”
“–Şu saate bir bakar mısın saatçi kardeş?” deyip yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarıp saatçiye verdi.
Saatçi; saati eline aldı, evirdi, çevirdi, saat eski ama güzel ve değerli bir saat idi.
“–Dede yâdigârıdır, senin şu saat kulesiyle hemen hemen aynı yaştadır.” dedi.
Saatçi saati açtı, saat tıkır tıkır işliyordu. Yağladı, bakımını yaptı. Saatin sahibi olan zât;
“–Bütün saatlerin mekaniği aynıdır güzel kardeşim! Yani şu benim emektar ile senin saat kulesinin saati aynı mantıkla çalışır, onun küçük bir kopyasıdır.” deyince saatçi tek gözüne kıstırdığı saatçi gözlüğüyle saate bir daha baktı. Kulenin saatinin bir kopyası karşısında duruyordu, bunu daha evvel nasıl fark edememişti! Kendine hayret etti. Ama bu köstekli saatte, o küçük dişli çalışıyordu.
Saatçi eline saatçi cımbızını aldı ve çarkı zât-ı muhtereme gösterdi:
“–İşte bu dişli, saat kulesindeki saatin dişli takımındaki bu çarkı bir türlü çalıştıramıyorum.” dedi.
“–Bak güzel kardeşim, bu saatteki çarkların hepsi birbirine bağlıdır:
«Meselâ, şu büyük olan çark şerîat çarkıdır; ona bağlı ihlâs, takvâ çarklarını görüyorsun; diğer çarklar tarîkat, hakikat, mârifet çarkları; bunun gibi her çarkın bir vazifesi vardır, ona göre de bir dönme periyodu vardır; senin gösterdiğin o çalışmıyor gibi görünen çark, tarîkat çarkıdır.
‘Tarîkat olmaz ise şerîat olabilir, ama şerîat olmadan tarîkat olmaz.’ lâfzını doğrular şekilde senin saatinde de o çark çalışmaz görünürken saatin işliyor.»
Aslında mekanik olarak çark çalışıyor; fakat göz ile görülemeyecek kadar yavaş çalışıyor, bu sebeple benim saatim gibi uyumlu işlemiyor.”
“–Peki, nasıl hızlanacak o çark?”
Zât-ı muhterem saatçiye bir kâğıt uzattı:
“–Gece yatarken bu kâğıttakileri oku. Yarın, gördüğün rüyayı bana anlat!” dedi.
Ertesi gün o zât-ı muhterem saat dükkânına gelince, saatçi gördüğü rüyayı bir çırpıda anlattı.
“Rüyasında bir bina görmüştü, bina değişik bir yapıydı. İki katlı binanın iki giriş kapısı vardı, ancak giriş kapıları ikinci katta idi. Bu kapılara ulaşmak için, karşılıklı yarım ay şeklinde taş merdivenlerden çıkılması gerekiyordu.”
“–Anlaşıldı güzel kardeşim. Bu bina Gelibolu’da; oraya git, o binayı bul, gerisi gelir inşâallah.” dedi.
Saatçi hemen ertesi gün Gelibolu’ya varmak için yola çıktı, birkaç saatlik bir yolculuktan sonra gemi ile karşıya geçip, Gelibolu’ya ulaştı. Hemen binayı aramaya başladı ve buldu da; bina tam rüyasında gördüğü bina idi, kapıyı çaldı, kapı açıldı;
“–Buranın sahibini görmek istiyorum.” dedi.
Onu bir pîr-i fânîye götürdüler, saatçi olanı biteni anlattı.
Burası Gelibolu Mevlevîhânesi idi.
Pîr-i fânî ona isterse burada bir müddet kalabileceğini, bu süre zarfında da öğrenecekleri ile mânevî hisseler alabileceğini söyledi.
Ertesi gün bir semâ meclisine iştirak ettiler.
Pîr-i fânî, saatçiye bir taraftan bilgi veriyordu.
“–Bak güzel kardeşim; semâ mukabelesi, Allâh’a yakın olabilme düşüncesiyle yapılan bir zikirdir. Semâzen semâ yaparken, sağdan-sola kalbinin etrafında zikir eder. Bu zikirde de dervişler mânevî huzura ulaşırlar.”
Bir süre Gelibolu Mevlevîhânesi’nde kalan saatçi; tekrar kasabasına döndü, hemen saat kulesine koştu, saatin ayarını yeniden yaptı.
Ve gördü ki dişli takımındaki o çark; kendisini ziyaret eden o zâtın deyimiyle «tarîkat çarkı»nın çalışması gözle görünür bir şekilde hızlanmış, saatin çalışırken çıkardığı sesler, artık daha düzenli ve daha ritmik bir hâl almıştı.
Bu durumu gören saatçi; artık huzura ermiş olarak ve bu mâneviyat ile saatin çarklarının, yaylarının, dişlilerinin ritmine ayak uydurarak semâya dönmeye başladı.
Dinle sözümü, sana derim özge edâdır,
Dervîş olana lâzım olan aşk-ı Hudâ’dır,
Âşıkın nesi var ise mâşûka fedâdır;
Semâ; safâ, câna vefâ, rûha gıdâdır.
Aşk ile gelin, eyleyelim zevk u safâyı,
Göklere değin irgürelim hûy ile hâyı
Mestâne olup depredelim çeng ile nâyı,
Semâ; safâ, câna vefâ, rûha gıdâdır.
Ey sûfî; bizim sohbetimiz câna safâdır,
Bir cür‘amızı nûş edegör, derde devâdır.
Hak ile bizim ettiğimiz ahde vefâdır,
Semâ; safâ, câna vefâ, rûha gıdâdır.
Aşk ile gelin, tâlib-i cûyende olalım,
Zevk ile safâlar sürelim, zinde olalım.
Hazret-i Mevlânâ’ya gelin bende olalım,
Semâ; safâ, câna vefâ, rûha gıdâdır.