BİR DALGA GELSE…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Son aylarda duyulan ve yayılan bir bilgi, bir iddia:

Güneşin zaman zaman parlayan ve patlayan manyetik dalgaları varmış. Eğer güçlü bir manyetik patlama yaşanırsa; dünyadaki bütün teknolojiyi, bütün harddiskleri silebilir imiş.

Tesadüf mü tevâfuk mu son asırda güneşin bu patlamalarının oldukça sakinleştiği bir dönem yaşanmış. Bu sakin dönem âdeta dünyadaki teknolojik gelişmelere müsaade etmiş. Lâkin şimdi tekrar artmaya başlamış.

Sistemimizin yıldızından gelebilecek böyle bir manyetik dalgaya karşı, insanlığın elinde engelleyici hiçbir şey bulunmuyormuş.

Bu ihtimal, belki teknolojiye çok meftun olanlarımızı korkutuyor.

Fakat ben bu ihtimali; «Ümit verici bir gelişme mi olurdu?» diye düşünmeden edemedim.

Çünkü hâl-i hazırda batı kültürünün bilhassa teknoloji boyutunda öyle bir kuşatması altındayız ki; sanki hepsi çökse, şöyle ecdâdımızın şanlı zamanlar yaşadığı iki-üç asır geriye gitsek, her şey daha iyi olacakmış gibi geliyor.

Ancak düşününce;

O şanlı ecdâdımızın hayatını tefekkür edince;

Aslında bu beklentinin boş olduğunu anlamak zor değil.

Ecdâdımız, aslında gayr-i müslimlerle bizden çok daha fazla karşı karşıya kalıyorlardı.

İslâm’ın gayr-i müslimlere tanıdığı zimmîlik statüsü sebebiyle, müslümanların yaşadığı hemen hemen bütün şehirlerde çok sayıda Rum, Ermeni, Yahudi vs. yaşıyordu. Bütün Balkanlar hâkezâ Bulgar, Sırp, Hırvat ve benzeri gayr-i müslim unsurlarla doluydu.

Lübnan, Suriye, Mısır ve benzeri ülkelerde de Kıptî, Dürzî, Yezîdî, hıristiyan Arap ve benzeri nice unsur yaşıyor.

Fakat o yoğunluk, o karşılaşma ecdâdımızda kötü bir tesir bırakmıyordu.

Çünkü onlar şu âyet-i kerîmeleri yaşıyorlardı:

“…Mü’min iseniz; en üstün olan, sizsiniz…” (Âl-i İmrân, 139)

En üstün olduğunu bilen; dönüp de o mağlûp, o zavallıları taklit eder miydi hiç?

“Ey îmân edenler!

Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin…” (Âl-i İmrân, 139)

Dostluk, sırdaşlık ve gönül refakati ancak mü’min ile olurdu. Gayr-i müslimler; insânî davranışa, adâletli muameleye ve hattâ merhamete müstehak idiler, lâkin muhabbete lâyık değildiler.

Elmalılı meâliyle bir başka nokta daha:

“Ey o bütün îmân edenler!

Mü’minleri bırakıp da kâfirleri başlarınıza geçirmeyin!

İster misiniz ki Allah için aleyhinizde açık bir saltanat husûle getiresiniz?” (en-Nisâ, 144)

Bu noktayı iyi anlamak gerekiyor.

Günümüzde «nefret suçu» diye bir tabir var. Sırf bir gruba beslediğiniz nefret sizi o gruba veya bir ferdine karşı haksızlığa sevk ederse, buna nefret suçu deniliyor.

Kur’ân-ı Kerim, burada kastedilen mefhumu bizzat yasaklamıştır:

“Ey îmân edenler!

Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle şâhitlik eden kimseler olun.

Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin.

Adâletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)tır.

Allâh’a isyandan sakının!

Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (el-Mâide, 8)

Lâkin «nefret» kelimesi burada, «buğz-i fillâh / Allâh’ın nefret ettiği şeylerden Allah için nefret etmek» prensibimizle karışabiliyor.

Çoğunlukla tercüme olan bu mefhumlar üretilirken, kendi değerlerimizi bozmayacak tercihler yapılmalı. Ancak kasıtlı mı kasıtsız mı bilinmez böyle neticeler ortaya çıkıyor.

Buna benzer bir kavram karmaşası da «şiddet» kelimesinde yaşanabiliyor. Fetih Sûresi 29’uncu âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in maiyetindeki sahâbe-i kiram;

«Eşiddâu ale’l-küffâr / kâfirlere karşı şiddetli» diye tarif ediliyor.

Buradaki şedîd oluş; tavizsizlik, sağlam duruş demek. Şiddetli yağmur, şiddetli gök gürültüsü tabirlerinde gördüğümüz gibi; şiddet bir şeyin güçlü ve kuvvetli olması, gevşek ve zayıf olmaması demektir. Kökünde «bağ, sağlamca bağlamak» mânâları vardır.

Günümüzde batı dillerindeki «violence» zulüm mânâsında katılık ifade eden kavram da Türkçemize «şiddet» diye çevrildi.

Meselâ; aile içi şiddet, polis şiddeti, şiddete başvurmak ve benzeri ifadeler.

Böyle olunca «Kâfirlere karşı şiddetli» tabiri, sanki zâlim, gaddar; «şiddet uygulayan» gibi anlaşılır oldu.

Hâlbuki günümüz Arapçasında bu violence, «‘unf» kelimesiyle karşılanıyor, şiddet ile değil.

Bizim, fâsık ve kâfirlere karşı onlara zarar veren değil; kendimizi onların zararından koruyan sağlam bir duruş içinde, bir buğz ve nefret içinde olmamız gerekiyor. Bu nefret ve bu şiddet onlara zulüm için değil, kendimizi uzak tutmak için. Ecdâdımız bunu bildiği için, ticaret, hukuk ve benzeri sebeplerle gayr-i müslimlerle karşı karşıya bulunsalar da onların zararından emin oluyorlardı. Bizler ise milyon kilometre uzaktaki gayr-i müslimleri evlerimize dâhil ediyoruz. Onları dost, sırdaş, rol model, örnek ediniyoruz.

«İnternet kesilse de kurtulsak…» temennîsi işte bu sebeple boş.

Çünkü Osmanlı’nın yozlaşmaya başladığı dönemde, taş baskı gazeteler bile yetiyordu batı diyarındaki tesirleri Osmanlı diyarına aktarmaya…

Bugün de bir güneş manyetik dalgası teknolojiyi körleştirse bile; bizdeki kör olası taklit ortadan kalkmadıkça, biz bir yolunu bulur, yine yaban ellerin meftunu oluruz.

O sebeple kurtuluş temennîmiz güneşten gelecek manyetik dalgalar olmamalı.

Umudumuz Arş-ı âlâdan esecek mâneviyatta, asr-ı saâdetten, o Hidâyet Güneşi’nden gelecek rûhâniyette olmalı… Onu da takvimle değil, muhabbetimizi takdim ile elde ederiz.