BAKIŞ AÇISI
Zahit GENÇ genczahit@gmail.com
İnsanlar; gördüğü, duyduğu, yaşadığı hâdiseler karşısında farklı düşünebilir. Herkes kendi ilmine, irfanına ve anlayışına göre değerlendirmeler yapar. Kimi görüşünde isabet eder kimi de yanılabilir.
Kimi insan ibretli, anlamlı büyük bir hâdiseden bir şey anlamaz bakıp geçer; kimi de basit gibi görünen bir hâdiseden derin mânâlar çıkarır.
Bu konuya örnek olarak, şâhit olduğum bir hâdisede farklı düşünen iki ihtiyarın düşüncelerini size aktarayım:
“Orta Karadeniz bölgesinde sahile yakın bir köy ortaokulunda vazife yaptığım yıllardı.
Okulun bulunduğu yer köyün en alt kısmı. Beş yüz metre kadar uzunlukta çıkmaz bir sokak. Yolun üst kısmı; girişte, orta yaş insanların oturduğu, oyun oynanan bir kahvehâne. Elli metre ilerisinde bir cami, yüz metre kadar ileride yaşlıların oturduğu bir çay ocağı, yine elli metre kadar ileride, gençlerin oturup eğlendiği; içkinin, kumarın olduğu bir kahvehâne.
Beş yüz metrelik bir yolda üç tane tembelhâne diyeyim siz anlayın, başka söze ne hâcet!
Yolun altında da ilkokul ve ortaokul binaları. Bunların yanında da kızıl ağaçlardan, akasyalardan oluşan bir koruluk ve önünden akıp giden Harşit Çayı.
Kısaca cennet gibi bir yer. Yemyeşil ağaçlar, renk renk çiçekler, çeşit çeşit su kuşları, dereler, çaylar ne ararsan var…
İnsan bu, kimi bu güzelliklere boş boş bakar, kimi de ibretle çok hoş bakar.
Baharın ilk günleriydi. Yaşlıların oturduğu çay ocağındayız. Ezanı bekleyen namazlı, niyazlı hoş sohbet insanlar. Öğretmen arkadaşlarla zaman zaman yanlarına varır, o eski günlerde yaşadıkları hâtıralarını dinlerdik.
Yine böyle bir gündü. Çay ocağında oturuyoruz. İkindi ezanı okunmaya başladı. Ezanla birlikte, karşı yamaçta kestane ağaçlarının bulunduğu koruluktan bir köpek ulumaya başladı. Kurt uluması gibi uluyordu.
İhtiyar amcalardan biri dedi ki:
–Dikkat ettiniz mi arkadaşlar! Şu hayvan kaç gündür ezan başlayınca ulumaya başlıyor. Bu beni üzüyor. Bir taş alıp gidip ona vurasım geliyor…
Yanında oturan diğer ihtiyarsa şöyle dedi:
–Bak arkadaşım, bu hayvanın uluması senin düşündüğün gibi değil. Sen ezana saygısızlık diye düşünüyorsun, hâlbuki o kendi dili ile Allâh’ı zikrediyor. O da kendince ezana eşlik ediyor.
Bu ihtiyarın hâdiseye bakışı, anlayışı bizi de memnun etti. Birisinin ezana saygısızlık diye düşündüğü hâdiseyi; diğeri de tam tersi ezana iştirak, Hakk’ı zikir diye yorumladı.
«İlim ve irfân ehli bu olsa gerek…» diye düşündük. «Basîret ehli insan böyle olur…» dedik.
Daha sonra o ihtiyar bize bir ders daha verdi. Arkadaşına dönerek şöyle dedi:
–Bak arkadaşım; şu ilerideki kumarhânede oturanlar, kumar oynayanlar, bira içenler senin-benim ya oğlumuz ya torunumuz yahut da yeğenimizdir.
Masaların başında, ellerinde oyun kâğıtları… Ne ezan umurlarında ne de namaz. Sizce şu uluyan hayvan mı daha üstün yoksa bu gençler mi?
Bu birinci husus. İkinci bir konu ise bunların suçlusu kim? Bunların vebâli bize değil mi?
Biz onlara, şu yaşlarına kadar; dinden, îmandan, ezandan ne anlattık, ne verdik?
Onlara namazı, ezanı öğrettik de onlar mı öğrenmedi? Dîni anlattık da onlar mı dinlemedi? Kur’ân kurslarına gönderdik de onlar mı gitmedi? Söyleyin bunların hangisini yaptık? Hiçbirini…
Daha da acısı; gençliğimizde o masaları dolduran bizler değil miydik, aynı hataları, aynı günahları biz de yapmadık mı?
Atalarımız ne demiş: “Armut dibine düşer.” Biz ağacız, onlar meyvelerimiz. Biz bu kahvehânelerde ömür tükettik, şimdi onlar da buraya düştü. Bundan daha tabiî ne olabilir! Arpa ekmişiz buğday bekliyoruz olacak iş mi? Ne ektiysek onu biçeceğiz…
Nefsiyle baş başa bırakılmış bir nesilden, boş bırakılmış bir gençlikten ne bekleyebiliriz? Başkalarını suçlamak kolayımıza geliyor! Düzeni suçlarız, zamanı suçlarız, gençleri suçlarız ama dönüp de kendimizi suçlamak aklımıza gelmez…
Söyleyin arkadaşlar! Suçlu sadece onlar mı, bizim de suçumuz yok mu? Gerçek suçlu biz değil miyiz?
Bir eğitimci olarak başımızı önümüze eğdik. Haklı söze ne diyebilirdik…