Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -10- NE OLURSAN OL GEL! EHİL OL DA GEL!

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

KİME ÖĞRETMELİ?

On Altıncı Kaide:

Diyor ki Hazret:

“Bir şeye ehil ve liyâkat sahibi olmak; ehil olanlara onu ihsân etmeyi, bezletmeyi gerektirir.”

Yani Allah size bir ilim vermişse; o ilme liyâkatli olan kimselere onu öğretmeniz gerekir. Eğer size bir irfan vermişse; yine o irfâna ehil olan kimselere onu aktarmanız gerekir.

“Zira;

•Ehil olan kimse, (kendisine takdim edeceğiniz o ilmi) hakkıyla takdir eder, onu yerli yerine koyar.

•Ehil değilse o zaman onu zâyi eder, kaybeder, kıymetini bilmez.”

Ehil olmayanlar, yakutu taştan ayırt edemeyenler, yakutu çakılların arasında saklarlar. Fakat iş bilen biri; yakutu bohçalara sarar, mahfazalarda saklar.

Demek ki, emânetin sahibini bulabilmek önemli. Bulduktan sonra da emâneti ona tevdî etmek gerekir. Hattâ onu aramak, bulmak için çabalamak gerekir.

Müellifimiz, vâkıada buna riâyet edilmediğinden yakınıyor:

“Maalesef durum budur. (Ehil olmayanlara bu ilim verilmekte, onlar da onu zâyi etmektedir.)”

Bir ara birkaç talebeyi yurt dışına dil öğrenmek için götürdük. Baktık ki istediğimiz verimi alamıyoruz. Niye? Çünkü biz zorluyoruz, biz onların öğrenmeleri için gayret ediyoruz. Onlar, o ihtiyacı hissetmiyorlar. Sonra geldim baktım. İki tane genç, bir yerde çalışıyorlar.

“−Hayırdır, ne yapıyorsunuz?” dedim.

“−Yurt dışına gidip dil öğrenmek için gayret ediyoruz. Para biriktireceğiz, gideceğiz.”

Ama ne hikmetse ehil olmayanlar birçok imkânlara nâil oluyor. Ehil olan kimseler de mahrum kalabiliyor.

Onun için batıda «hunting / avlama» denilen bir usûl var. Yani mühim vazifelere ehil kimseler ararken; onların müracaatını beklemeden gidip onları bulundukları yerde avlamak, tespit etmek. Bu usûl «İnsan Kaynakları»nda ehemmiyetli bir mesele hâline geldi.

Hocalarımızın da böyle yapması lâzım. Yani hoca, medresede oturup;

“–Talebe bana gelsin!” demek yerine biraz gayret etmeli, biraz gözünü açmalı ve ona göre ehliyetli ve liyâkatli olanlara yol göstermeli.

Avlama usûlünü batı yeni bulmuş fakat, tarihimizde bunun çok güzel misalleri var:

Ebû Hanîfe Hazretleri’nin ilme intisâbı meselâ.

Hazret, zengin bir ailenin çocuğu ve ailenin de tek evlâdı. Babadan kalma bir ticarethânesi var. Orada kumaş ticaretiyle meşgul. Her ne kadar döneminin eğitimi açısından, ilk basamak eğitimini almış, yani hâfızlığını 8 yaşında yapmış ise de ondan sonra ilme devam etmemiş, ticaretle meşgul olmakta.

Tâ ki dönemin meşhur âlimlerinden İmam Şa‘bî ile karşılaşana kadar. İmam Şa‘bî, Ebû Hanîfe’deki keskin zekâyı ve dirâyeti görünce;

“−Evlâdım, sen nereye gidip geliyorsun?” diye soruyor.

O da diyor ki:

“−Ben çarşıya gider gelirim.”

O da;

“−Yok onu sormuyorum. Hangi âlimin halkasına devam ediyorsun, hangi medreseye gidiyorsun?”

“−Öyle bir meşguliyetim yok.” deyince;

“−Aman evlâdım! Sen muhakkak bir halkaya, bir eğitime dâhil ol!” diyor.

Ebû Hanîfe Hazretleri;

«Bu sözler benim kalbime in‘ikâs etti, gönlümde yer buldu ve ondan sonra ben ilim meclislerine katıldım.» diyor.

Binâenaleyh;

Kaliteli, işin ehli olan birini gördüğünde; ârif insanlar, hocalar, onu kaybetmemeye çalışıyorlar. Ama ehil olmayan birine bu emânet verilirse o zaman zâyi ediyor.

Bir ihtimal daha var:

“Veya kişi ehil olmasa da bu yolun yolcusu olduktan sonra ilme talepkâr olabiliyor.”

Nitekim İmam Gazâlî’nin bir sözü var. İhyâ kitabının başına da koymuşlar:

“İlmi, Allah için öğrenmemiştik ilk başta. Ama sonra ilim Allah için olmanın dışında bir şeyi kabul etmedi.” diyor. Yani;

«İlim, bizi sonunda Allâh’a götürdü.» demek istiyor.

İmam Gazâlî’nin bu sözünün temeli olarak şöyle bir kıssa da anlatıyorlar:

Babaları bir miktar mal bırakmış Ahmed ve Muhammed Gazâlî kardeşlere. Bir dostuna da emânet etmiş.

“−Ben ölürsem sen bu parayı çocuklarıma harcarsın.” demiş.

Bir müddet sonra para bitmiş. Bu zât demiş ki:

“−Evlâtlar! Babanızın bıraktığı para bitti. Bundan sonra yapacak bir şey yok. Ya çalışacaksınız karnınızı doyurabilmek için. Yahut şurada bir medrese var. Oradaki medreseye kaydolacaksınız. Medresenin vakfından sizin yemeğiniz verilecek.”

Bakmışlar ki o güne kadar ekmek elden su gölden yetişen Ahmed ve Muhammed Gazâlî kardeşler, çalışmak zor.

“−Medreseye intisâb edelim. Hiç olmazsa karnımızı doyururlar.” demişler.

Yani karınlarını doyurmak için ilim yoluna girmişler. Fakat sonra ikisi de birer deryâ olarak çıkmışlar. Hakikaten bazen ehil olmadığı hâlde zaman içerisinde liyâkat kesbedenler de oluyor. Fakat müellifin dediği gibi:

“Ama bu az görünen bir durumdur.”

Binâenaleyh;

“Ehl-i tasavvuf; «Ehil olmayan kimselere bu ilim verilir mi verilmez mi? anlatılır mı anlatılmaz mı?» diye ihtilâf etmişlerdir.

•Kimi; «Sadece ehil olan kimselere verilmelidir.» demiştir. en-Nûrî* -kuddise sirruhû- ve benzerleri bu görüştedir.”

Yani tabiri câizse giriş imtihanını kazananlara bu medresenin kapıları açılır. Önce bir imtihan edilir, bakılır. Ehil midir değil midir? Samimî midir değil midir? Ona göre eğer samimî olduğu tespit edilirse kapılar açılır. Yoksa açılmaz.

“•Kimi; «Ehil olana da olmayana da bu ilim verilir. İlim, kendini korur. Ehil olmayan kimse ona yanaşamaz, yaklaşamaz.» demiştir. Bu Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû-’nun görüşüdür.”

Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi; “Gel! Ne olursan ol, yine gel!” denilir. Kapıya gelen kimse geri çevrilmez.

Bazı dergâhlarda yazılıdır:

“Bu kapıda, gelene; «Niye geldin?» gidene; «Niye gittin?» diye sorulmaz.”

Bu, muhataplar için merhametli bir görüştür. Nitekim anlattığımız Gazâlî kardeşlerin hikâyesinde olduğu gibi baştan fazla şuurlu olmayan kişilerin de kazanılmasını sağlayabilir.

Diğer taraftan bu görüş, yolun kendi kendisini koruyacağı düşüncesini temel alır. Ehil olmayan ve zaman içinde ehliyet de kesbetmeyenler; eninde sonunda barınamayacak, dergâhtan uzaklaşacaktır. Birinci görüş ise, bu esnada bu kişilerin dergâha ve yola vereceği zarardan endişe etmektedir.

Müellifimiz, ikinci görüşü isnâd ettiği Cüneyd-i Bağdâdî’den bir kıssa da naklediyor:

“Ona bir keresinde sorulmuş:

«−İnsanların huzûrunda, Allâh’a ne kadar da nidâ ediyorsun?»

O da demiş ki:

«−(Hayır!) Ben Allâh’ın huzûrundayken insanlara, avâm-ı nâsa hitap ediyorum.»”

Yani Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri;

“−Ben, Allâh’ın huzûrundayken bütün insanlarla muhatap oluyorum. Yani; «ehildir, ehil değildir» diye ayırt etmiyorum.” demek istiyor.

Müellifimiz, Cüneyd-i Bağdâdî’nin sözünü şöyle şerh ediyor:

“Demek istiyor ki:

«–Ben insanları Allâh’a çevirecek nasihatlerde bulunuyorum. Bu sözlerim, ondan istifade edenlerin lehine bir hüccet oluyor, istifade etmeyenlerin de aleyhine bir hüccet oluyor.”

Yani insanlardan kimi doğruyu görüyor ve doğru yola geliyor. Sözlerimizden istifade etmiş oluyor. İstifade etmeyenler, ehil olmayanlar ve ehliyet kesbetmeyenler ise;

“–Kimse bize doğruyu anlatmadı!” diyemeyecekler. Çünkü ehil değildir diye onu dışlamadık, tebliğimizi ona da ulaştırdık.

Müellifimiz iki görüşü de dile getirdikten sonra bir tercihte bulunmuyor:

“Hakikat (bu hususta doğru görüş); intisapların ve türlerin değişmesine göre verilecek hükmün değişeceğidir. Allah en iyi bilendir.”

Yani insanların asgarî seviyede ibâdetiyle alâkalı bilmesi gereken hususlar bütün avâm-ı nâsa anlatılır ama herkese idrâkinin alabileceği seviyede bir konuşma yapılır. Yani mesele, mürşidin firâset ve basîretine kalıyor.

Meseleyi günümüze taşırsak; tasavvuf nâmına, Muhyiddin İbn-i Arabî ve benzeri zâtların, Arapça olarak yazdıkları girift, mahrem ve sırlı eserler zamanımızda büyük ölçüde ticârî kaygıyla, bol bol Türkçeye tercüme ediliyor. En temel akāidini, ibâdetini dahî bilmeyen insanlar; onları okuyup, doğru düzgün de anlamadan; «Tasavvuf ile meşgulüz.» diyorlar. Günümüzde tasavvuf adı altında sergilenen yanlışlıkların altında, ehil-nâehil ayırt edilmeden herkesin bu eserlere ulaşmasının da payı var. Hâlbuki eskiden bu eserleri ancak tam mânâsıyla ehil olan kişiler; ehil gördükleri halkalara okur, okuturlardı. Yanlış anlama ve taşkınlıkların da önüne geçmiş olurlardı.

Cenâb-ı Hak, «mârifetullâh»a liyâkatimizi artırsın. Mâneviyat yoluna girip de ehil olmayanların, ehliyet kesbetmelerini nasip buyursun.

Âmîn…

________________________

* Ebu’l-Hüseyn Ahmed bin Muhammed el-Bağdâdî en-Nûrî (ö. 295/908)