İBÂDETTEN ZEVK ALAMAMAK

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Soruluyor:

“Kıldığım namazdan zevk alamıyorum? Zoraki kılıyormuşum gibi bir his geliyor. Böyle namaz kabul olur mu? Namazı bu şekilde de olsa kılmalı mıyım?”

İlk olarak şu cevabı vermeliyiz:

Biz, Allâh’ın emrettiğini yapmakla mükellefiz. Allah bize; «Namaz kıl!» diye emretmişse zorlanacak olsak da nefsimiz istemese de içimizde fırtınalar kopsa da bu namazı kılacağız.

“–Zorla kılıyorum.” diyor ya, zorla da olsa kılacaksın.

“–Zevk alamıyorum.” diyor ya, zevk almasan da kılacaksın.

Niye?

Çünkü Allah emretti.

Kılıyorsun bir de ibâdetten zevk alıyorsun. O Allâh’ın bir lutfudur. İkrâmıdır. O ihsan varsa ne mutlu! Fakat yoksa, yok diye vazifeden kaçamazsın.

Ben Mısır’da okurken, tatilde memlekete geldim. Baktım bir abimiz, bir hocamız bir vakıfta çalışıyor.

“−Abi sen burada ne yapıyorsun?” dedim.

“−Okuyoruz, okutuyoruz.” dedi.

“−E sen burada okuyorsun, okutuyorsun diye bir de sana maaş mı veriyorlar?” dedim.

“−Evet, veriyorlar.” dedi.

Şaşırdım. Sen zaten okuyup okutacaksın, mecbursun. Bu işten zevk alıyorsun sen. Bir de üstüne ücret alıyorsun. Bu, Allâh’ın lutfudur… Mecbur olduğun işe bir de birileri geliyor destek oluyor.

Bazen de o zevk alamayış, mecburiyet hissinden hâsıl oluyor. Yapmaya mecbur olduğu için yapmak, kişiyi biraz gerginleştiriyor. Kitap okumayı seven bir talebenin, dersin mecburiyeti olan kitabı okumakta zorlanması gibi. Orada vazife şuuru, zevk almanın önüne geçmeli.

Bir hikâye ile anlatayım:

Bir öğretmen emekli olmuş;

“–Şöyle sakin bir yerde kafa dinleyeyim.” demiş. Bir yerden bir ev satın almış. Yazın sakin ama kışın bir bakmış ki ev bir okulun yanına denk gelmiş. Her teneffüste öğrencilerden bağrışma, her okul çıkışı bağrışma. Canına tak etmiş. Adam öğretmen, akıllı adam. Bakmış bunların içerisinden bir, iki tane elebaşı var. Çağırmış onları;

“−Çocuklar benim hayatım öğretmenlikle geçti, bu cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle geçti. Çok sevdim ben bu işi. Size ben para vereyim.” demiş. “Daha fazla gürültü yapın, çok memnun olurum.” demiş.

“−Tabiî hocam. Patırtı zaten bizim işimiz, bir de üstüne para vereceksin.” demişler.

Hoca, hepsine 5 lira vermiş. Her hafta gelip 5 lira almışlar.

Dördüncü hafta hoca;

“−Çocuklar, ben emekli adamım. Artık 5 lira veremeyeceğim, 2 lira verebileceğim.” demiş.

“−Ama hocam, biz burada çene patlatıyoruz. Olmaz ki!”

“−Siz bilirsiniz çocuklar.” demiş.

“−E madem öyle hocam, senin güzel hatırına kabul edelim.” demişler.

İki, üç hafta da öyle gitmiş. Sonra gelmişler tekrardan. Demişler:

“−Hocam, bizim 2 liraları alalım.”

“−Çocuklar, benim para bitti!” demiş.

“−O zaman hocam, sen de gürültüyü unut. Öyle yok!” demişler.

Ondan sonra hiç sesleri çıkmamış. İnadına sessiz durmuşlar.

Demek ki ibâdetleri inat zoruyla değil, muhabbetle edâ etmeye gayret etmeli. İçten içe;

“Birazdan huzûr-i ilâhîye duracağım, Rabbim’e mülâkî olacağım.” diye kendimizi hazırlamalı.

Farz namazlar bizim vazifemiz. O vazifeyi, mânevî lezzet alamasak da kılacağız.

Şöyle bir misalle düşünelim:

Memlekette milyonlarca insan her sabah kalkıp işe gidiyor. Bunların içerisinden her sabah güle oynaya işine giden kaç kişi var? Yaptığı işi zevkle yapan 10 bin kişi ya vardır ya yoktur.

Demek ki;

Çalışanların % 99,99’u zorla da olsa çalışıyor. Niye? Para alıyor. Şimdi, biz Allah’tan mükâfat alıyor muyuz? Allâh’ın nimetleri içerisinde miyiz? Onun için bu namazı kılacağız.

Bir de lezzet meselesine tersinden bakalım:

İlâhiyatta Arapça hocalığı yapan bir kardeşimiz anlattı. Bir zât Arapça öğrenmek istemiş. İlâhiyata müracaat etmiş. İlâhiyattan da bu hocaya demişler ki:

“−Sen bu amcaya git, Arapça dersi ver.”

O da anlatıyor:

“Akşam gidiyorum. Ders yapıyoruz. Akşam namazı vakti gelince;

«–5 dakika müsaade et. Namazımı kılayım.» diyorum. Seccade getiriyor ben namazımı kılıyorum. O kılmıyor. Bir gün bana dedi ki:

«−Ya hoca! Sen namaz kılıyorsun ama namazdan zevk alıyor musun? Namazın tadına, lezzetine ulaşabildin mi? Madem tat almıyorsun, zevk almıyorsun niye boşu boşuna kılıyorsun?»

Cevaben dedim ki:

«–İşte bütün gayemiz o. Tadını alabileceğimiz, lezzetini duyabileceğimiz o iki rekâtlık namazı kılmaya antrenman yapıyoruz. İnşâallah Allah nasip eder de onu kılarız.»”

Ben de bu arkadaşa dedim ki:

“−Hocam keşke şunu söyleseydin:

Evet, namaz kılıyorum. Mükemmel bir namaz kılamıyorum. Çoğu kez baştan savma bir namaz olduğunun ben de farkındayım. O mânevî lezzetin hasretini çekiyorum. Lâkin alamıyorum.

Fakaat;

Namaz kılmadığımda öyle bir acı çekiyorum, öyle bir ıstırap duyuyorum ki başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. Ben o ıstırabı yaşamamak için namazımı kılıyorum! O nankörlüğün sancısını, o bî-namazlığın acısını yüreğimde duymamak için kılıyorum.”

Evet, hepimiz bunu yaşıyoruz. Meselâ; trafik sıkışıyor, namaz vakti geçiyor, otobüs durmuyor. Nefes alamaz hâle geliyoruz. «Namaz geçecek» diye aklımız çıkıyor. Bazen sabah namazına alârmdan önce bizi kaldıran da bu endişe.

Böyle hisseden kişide, namaz bir îman meselesi hâline gelmiş demektir elhamdülillâh.

Fakat eğer; «Zevk alamıyorum.» diye kişi namazı kılmamaya kalkarsa, yüreğindeki bu duyguyu da kaybeder. Allah korusun.

Elbette namaza girdiğimizde istiyoruz ki Hazret-i Ali gibi kılalım. İnşâallah Rabbim lutfeder. Ama öyle namaz kılamıyoruz diye, namaz kılmayacak mıyız? Elbette namaz kılacağız. O lezzete ulaşabilmenin derdini de çekeceğiz. Hep Efendimiz’in öğrettiği şu duâyı edeceğiz:

اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

“Allâh’ım! Sen’i zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Allah yardım ederse hepsi olur. Cenâb-ı Allah; râzı olduğu, kendi rızâsına bizleri ulaştıracak işleri yapmayı nasip eylesin.