TAKSİM CAMİİ ve CAMİLERİMİZ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

150 yıllık bir rüya gerçek oldu ve Taksim meydanında yapımı tamamlanan Taksim Camii; cuma namazıyla, tekbirlerle, salevatlarla, duâlarla ibâdete açıldı.

Osmanlı payitahtı İstanbul’un camiden mahrum kalmış yerlerinden biri olan Taksim meydanı, İstiklâl Caddesi ve Tarlabaşı Bulvarı’nın kesişim noktasında yer alan caminin yapımına dört yıl önce başlanmıştı. Ancak buraya bir cami inşâ edilmesi arzusu, çok daha eskilere dayanmaktaydı.

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında Islahat Fermanı ile birlikte gayr-i müslim vatandaşların kilise yapma ve tamir işleri kanunen kolaylaştı. Şehrin en modern ve gözde meydanına görkemli bir kilise inşâ edilirken; bölgedeki tek cami, İstiklâl Caddesi’ndeki mütevâzı Ağa Camii’ydi. Anıtlar Derneği tarafından;

“Taksim meydanı, İstanbul’un büyük çapta Türk ve İslâmî âbidelerinden mahrum bir köşesidir.” denilerek, şehrin müslüman kimliğini temsil eden bir cami yapılması ihtiyacı dile getirildi. İstiklâl Caddesi ve çevresinde âbide niteliğinde çok sayıda kilise ve sinagog varken, büyüklük ve estetik açıdan onlarla boy ölçüşen bir cami yoktu. Fakat Anıtlar Derneği’nin bu teşebbüsü akîm kaldı.

İlk ciddî yaklaşım Menderes hükûmetleri döneminde gündeme geldi. 1952’de gazeteler; «Taksim’e büyük bir cami yapılacak!» başlığını atmıştı. Ancak 27 Mayıs darbesi sebebiyle Menderes’in bu hayali gerçekleşemedi.

Taksim’e cami yapımı için ne zaman bir teşebbüste bulunulsa; ya darbe olur ya muhtıra verilir yahut da 28 Şubat’ta olduğu gibi post modern darbe… Cami yapımını birçok zaman CHP’li belediye başkanları da mahkeme yoluyla engeller.

Kısacası Taksim Camii; yaklaşık 1,5 asırlık bir mücadelenin ardından, İstanbul’a kazandırıldı. Ayasofya’nın zincirlerinin kırılması gibi, Taksim meydanına cami inşâ edilmesi de sembolik bir anlam ifade etmektedir.

Bazı kesimlere göre Taksim meydanı; «yüzü batıya dönük» cumhuriyetin sembolüdür. Bu ülkede fitne çıkarmak için hep Taksim meydanı kullanılır. Gezi Parkı ideolojik hareketlerin yeridir. Opera, bale, klâsik müzik gibi halkımızın özüne yabancı, batı özentisi gösteriler burada sergilenir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan, batılılaşma yanlısı burjuvazinin hayat tarzını yansıtan eğlence ve alışveriş mekânları yine Taksim ve etrafında yoğunlaşmıştır.

Bazı çevrelere göre bu ülkeyi İslâm’dan uzaklaştırmanın yolu, bütün ülkeyi Taksim’e benzetmektir. Onlara göre Taksim’e cami inşâ etmek, İstanbul’u yeniden fethetmektir.

Bu çevreler Büyük Çamlıca Camii’nin, Boğaz’dan geçenlere; «Burası müslüman bir ülkedir!» diye haykırmasını da nefretle karşılamışlardır. Aynı şekilde Taksim Camii’nin inşâ edilmesini de büyük bir rahatsızlıkla karşılamışlardır.

Camileri hedef alanlar, bu milletin dîniyle problemi olan kişilerdir. Onlar bilirler ki camiler, bir ülkenin dînini dünyaya haykıran sembollerdir. Bir ülkede camilerin çokluğu ve doluluğu, o ülkenin dînine bağlılığının göstergesidir.

Anadolu’nun İslâmlaşması dönemine bakıldığı zaman, şehrin İslâmî açıdan ilk kuruluş döneminde inşâ edilmiş «Ulu Cami»ler vardır; şehir hemen bu caminin etrafında kurulmaya başlamıştır. İslâm medeniyetini yüceltenler, daima kubbelerin altında yetişen nesillerdir.

Cami ile halkın dînî hayatı arasında çok önemli bir bağ olduğu için, İslâm’ı hayattan söküp atmak isteyenler, daima camileri harap etmek için çalışmışlardır. Meselâ geçtiğimiz asırda, ecdâdımızın emânet bıraktığı çok sayıda camimiz; ahır, depo ve benzeri maksatlarla kullanılıp harap edilerek yok olmaya terk edilmiştir. Din düşmanı ideolojiye sahip zihniyetler, İstanbul’u Avrupa’dan getirdikleri şehir plânlamacısı mimarların eline teslim edince; onlar, merkezî yerlerde geniş caddeler açmak bahanesiyle mümkün olduğu kadar çok cami ve vakıf eseri yıkacak şekilde haritalar hazırlamışlardır.

Allah -Zülcelâl- Hazretleri;

“Allâh’ın mescidlerinde, Allâh’ın adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?” (el-Bakara, 114) buyurarak, imkânlar harcanarak Allah yoluna vakfedilmiş bir camiyi, amacına uygun kullanımdan men eden veya harap olmaya terk eden herkesi ağır bir ceza ile tehdit ediyor.

Bugün; tahrip edilmiş olan camilerimizin birçoğu tespit edilerek, gönüllü hayırseverlerin katkılarıyla yeniden îmar ediliyor. Elbette ecdâdın emâneti olan camileri ihyâ etmek yeterli değil. Çünkü o eski zamanların nüfusu ve binaların yüksekliği göz önüne alınınca, heybetli sayılabilecek camilerimizin bugünün nüfusuna yetmesi mümkün değil.

Teknoloji ilerledikçe dünyevî mekânlar bundan payını alıyor. Meselâ alışveriş merkezleri, müşterilerine; iklimlendirme, aydınlatma, yalıtım, hijyen ve benzeri her türlü konforu sağlıyor. Bu sebeple camilerimizin hem maddî hem mânevî yönden ihyâ edilmesi, hayatımızda merkezî konumlarına yeniden kavuşturulması gerekiyor.

İşte bu yüzden yeni inşâ edilen camiler, bugün elde bulunan teknolojik imkânlarla şehir hayatının ihtiyaçlarına uygun olarak inşâ ediliyor.

Taksim Camii’nin 3 katlı otoparkı 165 araç kapasitesine sahip. Caminin avlusu da ibâdet öncesi ya da sonrası vakit geçirilebilecek bir alan oluşturacak şekilde bir avlu-teras şeklinde inşâ edilmiş.

Taksim Camii; 2500 kişinin aynı anda cemaatle namaz kılmasının yanında dijital kütüphânesi, kitap okuma, dinlenme ve sergi alanlarıyla da hizmet verecek.

Caminin alt katı çok amaçlı bir salonu da bünyesinde barındırmakta. Hem Tarlabaşı Caddesi’nden hem de İstiklâl Caddesi’nden erişim imkânı bulunan bu çok maksatlı salon; ihtiyaç hâlinde, Cuma namazlarında halkın hizmetine açılabilecek ilâve bir ibâdet alanı şeklinde tasarlanmış.

Allah Teâlâ Hazretleri, bütün camileri inşâ ve ihyâ edenlerden râzı olsun. İnşâ edilen bütün camilerden cemaati, minarelerinden ezanı, kubbelerinden Kur’ân nidâlarını inşâallah kıyâmete kadar eksik etmesin.

CAMİLERİ İHYÂ EDELİM!

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“(Allâh’ın nûru) birtakım evler/mâbedlerdedir ki, Allah bu evlerin yücelmesine ve içlerinde adının zikredilmesine izin vermiştir. Orada sabah-akşam öyle kimseler zikreder ki; onlar ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı erlerdir.” (en-Nûr, 36-37)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnetinde mescidin ve namazı cemaatle edâ etmenin çok önemli bir yeri vardır. Efendimiz Medine’ye hicret yolunda bir süre konakladığı Kuba Köyü’nde hemen bir mescid inşâ ettirmiştir. Medine’ye geldiği zaman da devesinin kendiliğinden çöktüğü arsayı satın alıp Mescid-i Nebevî’nin inşâsına başlamıştır. İnşaat bitince de hayatının geri kalanını, Mescid-i Nebevî’nin bitişiğine yapılan küçük odacıklardan ibaret olan evlerinde geçirmişti

Ashâb-ı kirâmın fakihlerinden Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh- bir gün etrafındakilere şöyle nasihat etti:

“Kıyâmet günü müslüman olarak Allâh’a kavuşmak isteyen; namazlarını, ezan okunan yerde (mescid ve camilerde) kılsın.

Şüphesiz ki Allah, Peygamberiniz’e hidâyet yollarını meşrû kılmıştır. Bu namazlar da hidâyet yollarından birisidir.

Şayet siz; cemaatten geri kalan birtakım kimseler gibi namazları evinizde kılarsanız, Peygamberiniz’in yolunu terk etmiş olursunuz. Peygamberiniz’in yolunu terk ederseniz, işte o zaman (Hak yoldan) sapmış olursunuz.

Her kim; güzel bir şekilde abdest alır, sonra da bu mescidlerden birisine giderse, attığı her adım için, Allah ona bir sevap yazar, derecesini bir kat yükseltir ve bir günahını da siler.

Bizim zamanımızda (cemaatle) namazdan ancak münafıklığı belli olan kimse geri kalırdı. Hasta olan kimse, iki kişi tarafından koltuklanarak namaza getirilir ve safta durdurulurdu.” (Müslim, Mesâcid, 257)

Yalnız Abdullah İbn-i Mes‘ûd Hazretleri değil, ashâb-ı kirâmın hepsi cemaate devamlı olmayı önemsemiştir, mazeretsiz olarak cemaati terk etmemeyi tembihlemişlerdir.

Çünkü cami ve dergâh gibi yerlerde buluşmanın tesiri başkadır. Zira bu mekânların bir mânevî atmosferi vardır. Her şeyden önce camiler, Allâh’ın evi olsun niyetiyle yapılıp vakfedilmiş mekânlardır.

Allah Teâlâ;

“Allâh’ın mescidlerini sadece; Allâh’a ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve ancak Allah’tan korkanlar îmar eder.” (et-Tevbe; 17-18) buyurarak, bu hizmette hâlis niyetin önemine işaret ediyor.

Binanın yapılmasındaki ihlâslı niyet, binanın âdeta taşına toprağına siner; içinde işlenen amellere de tesir eder. Nasıl etmesin ki, orası; «Allâh’ın evi»dir. (Bkz. el-Cin, 18)

Her mescid sanki Beytullâh’ın o şehirdeki, o mahalledeki şubesidir. Kâbe’ye kadar gidemeyenler için bir müracaat makamıdır.

Nefislerin dünyayı parsellemesine karşı bir direniştir camiler. Evlerin, dükkânların, kamu binalarının arasında Allâh’ın evi olarak kalmış çok kıymetli buluşma adresleridir.

Allah -celle celâlühû-;

“Her mescide gidişinizde, güzel elbiselerinizi giyinerek gidin.” (el-A‘râf, 31) buyuruyor. Çünkü mescide giden bir müslüman, Allâh’ın evinde bir misafirdir. Misafirliğe güzel giyinilerek gidilmeli, orada herkese edeple davranılmalıdır.

Bir misafir; cömert bir kişinin konağına gelir, edebiyle ziyaret ederse güzelce ikram görür. Allah -azze ve celle- ise cömertler cömerdidir. Evine gelip samimiyetle hâcetini bildiren misafir kullarını elbette boş çevirmez.

Cuma namazlarında, Ramazan ayında terâvih namazında camilerimizi dolduruyoruz, ama Ramazan geçince birden bire onları garip bırakmayalım. Camiler hem bizim hem çocuklarımızın mânevî hayatı için önemli birer merkezdir, merkezle bağımızı zayıflatmayalım.