KÂRLI TİCARET!

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Üçüncü İslâm halîfesi Osman bin Affan -radıyallâhu anh- Fil Vak‘ası’ndan altı sene sonra Tâif’te doğdu. Ticaretle meşgul oldu. İlk müslümanlardandı. Bu kararı sebebiyle amcası tarafından çeşitli zorbalıklara maruz kaldıysa da îmânından taviz vermedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu kızı Rukiye -radıyallâhu anhâ- ile evlendirdi. Önce Habeşistan’a sonra Medine’ye hicret etti. Rukiye -radıyallâhu anhâ- vefat edince Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu diğer kızı Ümmü Gülsüm -radıyallâhu anhâ- ile evlendirdi. Bu sebeple kendisine iki nur sahibi mânâsına gelen Zinnûreyn lakabı verildi.

Vahiy kâtiplerinden olan Hazret-i Osman, aynı zamanda Câmiu’l-Kur’ân yani Kur’ân-ı Kerîm’i toplayan halîfedir.

Hazret-i Osman, âsîler tarafından 17 Haziran 656 Cuma günü Medine’de şehid edildi. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dedir.

*

Hazret-i Ebûbekir’in halîfeliği sırasında Medine’de büyük bir kıtlık baş göstermişti. İnsanlar ekmek yapmak için bir buğday tanesini dahî bulamaz olmuşlardı. Bu durumu gören Medineli tüccarlar, ellerindeki bütün parayı buğdaya yatırmışlardı.

Hazret-i Osman da bu arada Şam’a bir ticaret kervanı gönderdi. Oradan yüz deve yükü buğday satın alarak Medine’ye getirdi. Bu miktar, halkın buğday ihtiyacını büyük ölçüde karşılayabilirdi.

Bazı tâcirler derhâl Hazret-i Osman’a müracaat ederek Şam’dan getirdiği buğdayı satın almak istediler. Ölçeğine 4 dirhem veriyorlardı. Fakat Hazret-i Osman, onların verdiği fiyatı az buldu;

“–Sizden fazla veren var!” dedi ve buğdayını hiç kimseye satmak istemedi. Bu durumda tâcirler teklif ettikleri fiyatı artırdılar. Fakat yine;

“–Sizden fazla veren var!” cevabını aldılar. Nihayet buğdayın bir ölçeğine 7 dirhem vermeye bile râzı oldular. Bu, verebilecekleri en son ve en yüksek fiyattı. Fakat Hazret-i Osman’ın ağzından;

“–Sizden fazla veren var!” sözünden başka bir şey çıkmıyordu.

Bazıları onun bu tavrını, fırsat düşkünlüğüne ve çok kazanma hırsına bağlıyordu. İnsanlar şiddetli bir kıtlık ve ihtiyaç içinde kıvranırken, onun böyle davranmasını kendisine hiç yakıştıramıyorlardı.

Nihayet Hazret-i Ebûbekir’i de yanlarına alarak hep birlikte Hazret-i Osman’ın yanına vardılar. Ebûbekir -radıyallâhu anh- tâcirlerin anlattığı şeyleri Hazret-i Osman’a söyledi. Ondan, niçin buğdayı verilen fiyata satmadığını sordu. Hazret-i Osman’ın bu suâle cevabı hayranlık vericiydi:

“–Ey Rasûlullâh’ın halîfesi! Bunlar benim bir ölçek buğdayımı 7 dirheme satın almak istiyorlar. Yani, bire 7 veriyorlar. Hâlbuki ben onu bire 700 veren birine satmak istiyorum. Yüce Allah, her bir iyiliğe karşılık 700’e kadar ecir ve mükâfat vereceğini va‘detmiyor mu? Böyle kârlı bir ticaret varken, ben ne diye malımı onlara satayım?”

Hazret-i Osman, bundan sonra 100 deve yükü buğdayının hepsini Medine halkına sadaka olarak dağıttı. Fakir ve yoksulların yüzünü güldürdü. Yüz deveyi de kurban etti. Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- buna çok sevindi. Kalkıp Hazret-i Osman’ın alnından öptü. (Murat KAYA, Hazret-i Osman’dan 111 Hâtıra)

MÜFTÜ YÛNUS

Şair ve mutasavvıf Yûnus Emre, 13. asırda Orta Anadolu’da yaşamış bir Hak âşığıdır. Tahsili kesin olarak bilinmemektedir. Tapduk Emre’nin mânevî feyzinden nasip aldı, kemâle erdi.

Yûnus Emre, Risâletü’n-Nushiyye ve Dîvân-ı İlâhiyat olmak üzere iki eser kaleme aldı. Şiirlerinde ilim zemininde aşkı ve hikmeti terennüm etti.

Yûnus Emre, 1321 senesinde vefat etti. Kabri/makamı Anadolu’da yirmi iki noktadadır.

*

Bektâşî geleneğinin aksine Halvetî geleneği, Yûnus’u okumuş-yazmış hattâ müftülük yapmış âlim bir kişi olarak kabul eder. Bu geleneğe göre Yûnus âlim bir müftüdür. Tapduk Emre ise âmâ ve ümmî bir şeyhtir.

Bir gün Tapduk Emre’nin müridlerinden birisi bir hususta müftüden bir fetvâ ister. Mürid, verilen fetvâyı bir de şeyhinden tahkik etmeyi düşünür. Kâğıdı Tapduk Emre’ye götürür. Tapduk Emre de fetvânın yanlış olduğunu ve düzeltilmesi gerektiğini söyler. Bunun öğrenen Müftü Yûnus, Tapduk Emre’ye;

“–Siz ümmî birisiniz. Verdiğim fetvânın yanlış olduğunu nereden bileceksiniz ki?” der. Tapduk Emre;

“–Bu mesele, falan kitabın falan yerinde yazılıdır; doğrusu şöyledir. Oraya bakınız!” der. Bunu tahkik eden Müftü Yûnus, Tapduk’un haklı olduğunu görünce özür diler ve ona mürid olmak ister. Tapduk önce Yûnus’a yüz vermez;

“–Sen ilim sahibisin, varlıklısın; biz ise ümmî, sıradan bir kimseyiz.” der. Fakat Yûnus ısrar eder. Önce malını-mülkünü dağıtır, sonra dergâha gelir. Tapduk ilmin zâhirini de terk etmesini söyler. Bunun için de; «bilmem» lâfzını ona vird olarak verir. Yûnus bir müddet kendisine ne sorulursa; «bilmem» diye cevap verir. Böylece liyâkatini ispat ederek müridliğe kabul edilir.” (Bizim Yûnus, Mustafa ÖZÇELİK, s. 38-39)

CESUR BİR MÜCÂHİDİN MÜDAFAASINDAN BİR KESİT

İlim ve fikir adamı Ebu’l-Kelâm Ahmed Âzâd, 1888’de Mekke’de doğdu. Mekke’de başladığı tahsilini Hindistan’da sürdürdü. Cemiyeti, ilim ve fikir sahasında yoğurmak ve aydınlatmak maksadıyla, haftalık bir dergi neşretmeye başladı. Bu dergiler Hindistan hükûmeti kanadında rahatsızlık uyandırdı. Tutuklandı. Bir müddet sonra salıverildi. Serbest kalınca faaliyetlerine siyâsî sahada devam etti. Tekrar tutuklandı. Onun; tutuklandığında, mahkeme karşısında yaptığı müdafaalar cemiyette büyük yankı uyandırdı. Hattâ bu müdafaalar, Türkçe ve Arapçaya tercüme edildi.

Mücadele adamı Ahmed Âzâd, 22 Şubat 1958’de vefat etti. Kabri, Yeni Delhi’dedir.

*

Mahkeme karşısında yaptığı cesur müdafaadan bir bölüm:

“Tarih gösteriyor ki mahkeme salonları, harp meydanlarından sonra en müthiş sahne-i mezâlimdir (zulümlere sahnedir). Harp sahnelerinde nasıl birçok masum kanlar dökülüyorsa; mahkemelerde de nice nice masum insanlar idama mahkûm ediliyor, öldürülüyor, zindanlarda çürütülüyor. Nice nice enbiyâ (peygamberler), hukemâ (hâkimler), ulemâ (âlimler) ve sulehâ (sâlihler) mahkemelerin huzûrunda cânîler gibi durmuşlardır. Gerçi mürûr-i zaman (zaman aşımı) ile eski zamanların birçok mesâvîsi (kötülükleri) silindi. Artık mîlâdın ikinci asrındaki rûhânî mahkemeler, kurûn-i vustânın (Orta Çağ’ın) engizisyonları gayr-i mevcuttur (mevcut değildir). Fakat o eski mahkemelerde âmil (müessir) olan ahvâl-i rûhiyeden (ruh hâllerinden) asrımızın kurtulduğunu iddia edemem. Evet, korkunç esrârın (sırların) penâhı (sığınağı) olan o müessese yıkıldı. Fakat hodgâmlığın (bencilliğin) ve zulümperverliğin korkunç esrârıyla meşhun (dolu) olan kalpleri kim değiştirebilir?

Mehâkimin (mahkemelerin) defter-i mezâlimi (zulümler defteri) pek büyüktür. Bu mezâlimle (haksızlıklarla) tarih hâlâ ağlıyor. İnsân-ı kâmil olan Hazret-i Mesih -aleyhisselâm- bu zâlim mahkemelerin karşısında ahz-i mevkî etti (yer aldı). Hırsızlarla birlikte muhakeme edildi. Memleketinin en sâdık adamı olan Sokrat’a zehir içirildi. Müşahedât-ı ilmiyesini (ilimde şâhit olduklarını) tekzip etmeyen (yalanlamayan) Florens Galile mahkemeler tarafından cânî addedildi. Hazret-i Mesih hakkında «insân-ı kâmil» dedim. Çünkü insan olduğuna mûtekidim (inanıyorum). Fakat birçok insanlar, onun insanlığın fevkinde (üstünde) olduğuna mûtekiddirler (inanırlar). O hâlde bu mevkî, mahkemeler huzûrunda duran cânîlerin mevkii ne muazzam bir mevkîdir! Burada insanların ebrârı (fazîletlileri) da eşrârı (şerlileri) da duruyor ve o yüzden bu mevkiin şerefi yükseliyor.” (Hindistan Mücâhidi Ahmed Âzad ve İngiliz Mahkemesi Önündeki Nutku, s. 11-12)

TAYININI DOSTUYLA PAYLAŞTI

Lâdikli Hacı Ahmed Ağa, 1886’da Konya, Lâdik’te doğdu. 1897’de seferberlik ilân edilince cepheye koştu. Uzun bir müddet Balkanlar’dan Filistin’e, Çanakkale’den Kanal Harekatı’na kadar birçok cephede savaştı. Memleketine döndükten sonra ziraatle uğraştı. Lâdikli Ahmed Ağa, 8 Haziran 1969’da vefat etti. Kabri, Lâdik’tedir.

*

Merhum Şefik CAN anlatır:

“Konya’da vazifeli olarak bulunduğum sıralarda: meclislerde ismini duyduğum, garip hâllerinden bahsedilen Lâdikli Ahmed Ağa’yı da bir vesile ile ziyaret etme imkânı buldum. Konya’nın Lâdik ilçesinde ikamet ediyordu. İlçede herkes tanıyordu. Garip hâlleri dilden dile dolaşıyordu. «Ricâlü’l-gayb»dan olduğu, Hızır -aleyhisselâm- ile arkadaşlığı bulunduğu söyleniyordu. Evi; ilçenin kenar mahallelerinde, mütevâzı bir evdi. Ziyaretine gittik; «Hoş geldiniz!» safhasından sonra sohbet esnasında bendeniz;

«–Ahmed Ağa, Allah aşkına sendeki bu hâllere nasıl eriştin? Bize biraz bahset.» dedim.

«–Yavrum bende ne var ki, garip bir adamım…» dedi. Ben ısrar edince anlatmaya başladı ve dedi ki:

«–Ben köyde çobanlık yapıyordum. Askerlik çağım geldi. Beni askere aldılar. Biz askerde iken Cihan Harbi çıktı ve bizi Filistin Cephesi’ne gönderdiler. Savaşın en ateşli anlarında biz orada, bir bölük düşman askerlerinin ablukası altında kaldık. Birliğimizle irtibatımız kesildi. Bir haftadan fazladır abluka altındayız. Tayınlarımız, yani yiyeceklerimiz bitti. Açlıktan otları, çöpleri yiyoruz. Çok zor bir durumdayız. Bir ara cephe yarıldı ve bize, herkese bir ekmek parçası düşecek kadar tayın ulaştı. Asker arasında payları dağıtıldı. Herkes aç. Tayınını alan yemeye başladı. Ben de ekmeğimi aldım, bir parça kopardım, tam ağzıma götürecektim ki bir köpek geldi. Hâlinden aç olduğu ve yavrularının olduğu anlaşılan bir köpek. Geldi ayaklarıma sürünmeye başladı. Lisân-ı hâli ile âdeta benden ekmek istiyordu. Ben de elimdeki ekmekten bir parça ben yedimse, bir parça da ona verdim. Bu yaptığımı gören arkadaşlarım;

‘–Oğlum Ahmed, ne yapıyorsun? Bir haftadır açız. Bir parça ekmek… Bununla doymak bile mümkün değil. Sen köpeğe veriyorsun!’ gibi sözlerle beni îkaz ettiler. Ben dinlemedim. Köpekle ekmeğimi yarı yarıya paylaştım. İşte o gece rüyama Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz girdi ve;

‘–Oğlum Ahmed biz seni pek sevdik!’ diyerek sırtımı sıvazladı. Uyandığımda içimde müthiş bir ferahlık ve bende önceden tatmadığım değişik bir hâl vardı. Yine aynı günlerde, düşman üzerimize taarruza geçti ve ben savaş esnasında yaralandım. Kan kaybediyordum ki, hayal meyal hatırlıyorum. Siyah at üzerinde biri geldi, beni aldı götürdü. Gözlerimi açtığımda kendimi bir hastahânede buldum. Yaralarım sarılmıştı. Daha sonra bizi memleketlerimize gönderdiler ve ben de köyüme döndüm. O hâl hâlâ benimle beraber…»”