Sâlih Kulluk İçin; HİSSİYÂTA HÂKİMİYET

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Hikmetine binâen, yeryüzünün halîfesi olarak (el-Bakara, 30), en güzel şekilde (et-Tîn, 4) yaratılan insan; bu şerefiyle mütenâsip olarak, idrak ötesi sonsuz nimetlerle taltif buyurulmuştur. Mevlânâ Hazretleri; basit bir maddenin, mâhir ellerde değerinin yükselişini ifade sadedinde;

“Şu yün, akıllı biriyle buluştu mu, nakışlı bir kilime döner.” buyurur. Topraktan yaratılan ve yapısındaki elementler itibarıyla maddî değer olarak fazla bir şey ifade etmeyen insan, sonsuz bir ilmin eseri olan terkîbiyle öyle bir değer kazanmıştır ki; bilgi çağı denilen zamanımızın ulaştığı ilmin son mertebesi, bu ilâhî sanatı anlayabilmekten âciz kalmaktadır. Öyle bir acziyet ki; çöllerdeki serap misâli, çözmeye çalışıldıkça, karşılaşılan devâsâ boyutlu yeni bilinmeyenlerle, mevzu daha muğlâk bir müphemiyete bürünmektedir.

İnsan; her biri ayrı bir hikmetler dîvânı mesâbesindeki bedeni ve rûhâniyeti ile birbirini tamamlayan, bütün varlıkların üzerinde «eşref-i mahlûkat» diye vasfedilen ilâhî bir sanat hârikasıdır. Bu iki ayrı dîvânın birbirlerine nisbetlerini, Şeyh Sâdî Hazretleri şöyle aksettirir:

“İnsan birkaç damla kan; bin bir endişe.” Aklın asla onun künhüne vâkıf olamayacağı gerçeği, acziyetini idrak edip haddini bilmesi ve bütün mevcûdâtın sahibi olan Allah Teâlâ’ya boyu eğmesini gerektirir. Ancak, ne acıdır ki; tekâmülün son mertebesi mevkiinde gördüğü ve bin bir gayretle ulaştığı bilgi çağı ile gururlanan insanlığın geldiği nokta, «modern câhiliyye» olmuştur.

İnsana; hayatını idâmesi ve kendisine tevdî buyurulan mükellefiyetleri yerine getirebilmesi maksadıyla korku, cesaret, ümit, şehvet, öfke… gibi birtakım hassalar lutfedilmiştir. Bir hastalığın ilâcı, hekimin tavsiye ettiği miktarda kullanılır; az veya fazla olması hâlinde, şifâya kavuşulamadığı gibi, ağır neticelerle de karşılaşılabilir. İnsanın sahip olduğu bu hassalar da, kararınca tezâhür ettiği takdirde beklenen faydalar hâsıl olabilir. İfrat ve tefrit hâlinde ise; gayeye ulaştıracak bir fayda sağlanamadığı gibi, hüsrana dûçâr edici neticeler de mukadder olabilir. Mecelle’deki;

“Bir şey haddini tecavüz ederse, zıddına inkılâb eder.” kaidesinde, bu hususa da bir işaret vardır.

Sâlih kulluğa muvâfık olarak, hissiyâtın aklın murakabesine girmesini temin bâbında; tebliğ ve irşadda, hem akla hem de hissiyâta hitap vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, azapla korkutan pek çok âyetlerden birisi de şudur:

“…Şüphesiz ki, Allâh’ın âyetlerini inkâr edenlere çetin bir azap vardır…” (Âl-i İmrân, 4)

Ancak; korkunun ye’se yol vermemesi için;

“… Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O; çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)

Ancak; bu müjde ile gevşeyip, nefsin galebe çalması ihtimaline karşı da, şiddetle şöyle îkaz buyurulur:

“… Sakın şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Bir uçurumun kenarında yürümek gibi tehlikeli olan, bu hâlden hâle geçişlerden, ancak kuvvetli bir akıl ve irade murâkabesiyle selâmete çıkılabilir. Nitekim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ümmetine örnek olarak, Allah Teâlâ’ya şöyle sığınır:

“Ey kalpleri evirip çeviren Allâh’ım, benim kalbimi Sen’in dînin üzere sâbit kıl.” (Tirmizî, Kader, 7)

Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“İçlerinden bir topluluk mûtedildir. (Hazret-i Peygamber’e îmân etmişlerdir.)…” (el-Mâide, 66)

Hissiyâtın kontrol edilememesi, insanın rûhî dengesini bozar; ifrat ile tefrit arasında savrulmasına yol açar. Bu hâl, rûhî rahatsızlıkların da bir ârâzıdır. Atalar sözü olan;

“Çoğu zarar; ortası karar.” düsturu, mûtedil olma hassâsiyetine bir işarettir. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allah semâyı yükseltti ve mîzânı koydu. Öyleyse sakın taşkınlık edip ölçüyü bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8) ifadesiyle, İslâm’ın şiârı beyan buyurulur.

Nitekim, Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Farz olmayan amellerden, gücünüz yettiği kadar yapın. Çünkü amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 28) buyurarak; ashâbından, daha iyi bir kulluk zannıyla ibâdette aşırıya teşebbüs edenleri bile îkazla, îtidâle yönlendirmiştir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Akıllı-şuurlu adam nefsini hesaba çeken ve ölümden sonraki (hayat) için (iyi) amel işleyen kimsedir. Âciz adam da nefsini arzusu­na uyduran sonra da Allah’tan (mağfiret) temennî eden kimsedir.” (Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme, 25, ha. 2459) buyurur.

İnsana lutfedilen sonsuz nimetler karşısında; âhiret saâdeti, ancak Allah Teâlâ’nın rahmetiyle mümkündür. Bu cümleden olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün şöyle buyurdu:

“–Hiç kimseyi (sâlih) ameli cennete girdiremez!”

Sahâbe;

“–Seni de mi girdiremez ey Allâh’ın elçisi?” diye sordular. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Hayır, beni bile… Ancak Allah Teâlâ’nın kendi katından bir ihsânı ve rahmetiyle beni bürümesi bundan müstesnâdır…” (Buhârî, hadis no: 5349) buyurdu. Hâl böyle iken; insanın amellerine güvenerek müsterih olması, şeytanın peşine takılıp gitmeyle neticelenebilecek bir zaaftır. Bundan dolayıdır ki; «son nefes» endişesi, bütün Hak dostu sâlih kulları titreten bir vâkıa olmuştur. Cennetle müjdelenme saâdetine nâil olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; bu, ümitle korku arasındaki hassas dengeyi şöyle ifade buyurur:

“Bir kişi cennete girecek denilse; «O ben miyim?» diye ümitlenirim. Bir kişi cehenneme girecek denilse; «O ben miyim?» diye korkarım.”

Allah Teâlâ’nın bir ihsanı olan hissiyat dünyası; insan şahsiyetinin kemâlâtını sağlayan, istikametini belirleyen, verdiği eserlerin sürekliliğini mümkün kılan bir hassalar manzûmesidir. Ancak, onda nefis denilen öyle bir cevher vardır ki; hakikati görüp bildiği hâlde, onu çıkmaz sokaklara saptırabilir. Bu yolları kapatmak da; basîret, firâset ve dirâyetle iradeyi nefse hâkim kılmaya, hissiyâtı murâkabeye bağlıdır. Kur’ân hizmetkârlarından merhum Mehmet Rüştü AŞIKKUTLU Hocaefendi’nin (1901-1980) hulâsa ettiği şekilde:

“Bir insanın, dünyada bin derdi olmamalı. Bir derdi olmalı; o da Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak.”