SABIRLA ve NAMAZLA

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Âhirzamanda çok imtihanlardan geçiyoruz. Hem fert olarak, hem ümmet olarak çeşitli iptilâlara uğruyoruz. Bunlara karşı Allah Teâlâ’nın yardımına çok ihtiyacımız var. Allah -Zülcelâl- âyet-i kerîmede;

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 46) buyuruyor.

Belki aklımıza şöyle gelebilir; “Biz sabrediyoruz, namaz da kılıyoruz…”

Evet, elbette bir müslüman olarak elimizden geldiği kadar sabretmeye ve namazlarımızı edâ etmeye çalışıyoruz; ama bu âyet-i kerîmede kastedilen;

•Kâmil mânâdaki sabrı gösterebiliyor muyuz?

•Hakikî namazı kılabiliyor muyuz?

Zamanımızda kullandığımız lisanda sabır mefhumu, ekseriyetle başa gelen musîbetlere isyan etmemek gibi dar bir mânâda kullanılıyor. Hâlbuki sabır bütün fazîletlerin başı olan nefse hâkimiyet demek.

Sabır; hem Allâh’ın emirlerini yerine getirmek için azim ve sebat göstermek ve bu sırada nefsin ayak diremelerine aldırış etmeyip iradeli davranmak demek.

Hem Allâh’ın yasaklarından uzak durmak için her türlü ayartıcıya karşı tedbirli olmak, nefisle mücadelede kararlılık göstermek demek.

Hem de başa gelen hâller karşısında sarsılmamak, bahane bulmamak, ne olursa olsun vazifelerini yerine getirmekte kararlı durmak demek.

Allah -Zülcelâl- buyuruyor ki:

“Ey mü’minler! (İbâdetlerin meşakkatlerine ve musîbetlere) sabredin, (harp sıkıntılarına tahammül göstererek Allah düşmanlarına) galip gelip (kâfirlerle) cihâda hazırlıklı ve uyanık olun. Cihâda devam edin ve onda sebat edin. Allâh’a karşı gelmekten sakının ki, böylelikle kurtuluşa (ve başarıya) eresiniz.” (Âl-i İmrân, 200)

İşte Allâh’ın yardımına vesile olacak olan sabrın mânâsı budur. Yani sabır pasif bir tavır değil; aksine iradeli, azimli olmak için nefsin hoşuna gitmeyen his ve hâllere karşı dayanıklı olmak demek.

Sabır mefhumunu tıp ilminin sağladığı bilgilerden de faydalanarak açıklamak için «stresi yönetmek» tabirinden de kısmen faydalanabiliriz.

Stres; günlük dilde ekseriyetle dert, sıkıntı veya endişe için kullanılıyor ama aslında bu doğru değildir. Stres, vücudumuzda meydana gelen fizyolojik bir durumdur. Adrenal hormonlardan kortizol, norepinefrin (NE) ve epinefrinin salgılanması hâlidir. Bu salgılarla beraber kalp atışı artar, damarlarda ve kan basıncında değişiklikler olur. Kan akımı, beyin ve kaslara yönelir. Vücutta depolanmış yağ ve şeker kana karışır. Nefes alışverişi hızlanır. Vücutta; «Uyanık ol, dikkatli ol; harekete, mücadeleye hazır bulun!» şeklinde bir alârm verilmiş gibidir.

Bu hâl, bizi uyaran her türlü stres âmillerine karşı ortaya çıkabilir ama aynı zamanda her sabah yataktan kalkmamızı sağlayan hâldir. Yani hiç stres olmasa insan yataktan bile kalkamaz.

Stres insanın kapasitesini kullanmasını sağlayan bir mekanizmadır. İnsanoğlu belli bir düzen içinde yaşayarak kendini dengede tutmak ister. Yaptığı işleri otomatik olarak yapmak, rutinler oluşturmak, böylece gerginlik yaşamadan hayatına devam etmek ister. Ama böyle çok düzenli, çok rahat yaşamak insanı âdeta çürütür. Çünkü kullanılmayan beyin ve vücut kapasitesi; güçsüzleşir, geriler.

Stres; karşılaşılan yeni durumlarda insanın ruh ve beden gücünü harekete geçirmesi demektir. Bu yeni durum, her zaman kötü olmaz. Eğer yapmaya alıştığınız, kolayca yaptığınız bir işten biraz daha yüksek seviyede bir işe girişirseniz dikkatinizi daha çok toplamanız gerekir. Bunun için de stres hormonları salgılanır.

İnsanın kendini hafifçe zorlaması, yeni şeyler öğrenmesi, sorumluluk alanını genişletmesi, vazifeler yüklenmesi, stres seviyesini artırır ama aynı zamanda yaşlanıp çökmesini de geciktirir. Hattâ hafif stres sağlığa da faydalıdır. Çok düzenli ve sıkıcı hayat yaşamak şeker hastalığına sebep olur. Sadece fazla yemek değil, yediğimiz az bile olsa, onu yakmak için bir mecburiyetimizin olmaması, bizi harekete geçiren, sınırlarımızı zorlayan bir durumla karşılaşmamamız da endokrin sistemimiz için iyi değildir.

Peki o hâlde neden, stres hastalık kaynağı gibi gösteriliyor? Yanlış olarak stres diye adlandırılan; «endişe, sıkıntı, öfke, kin» gibi duygular, bizzat stres değil, bizim strese verdiğimiz tepkidir. Yani bizi harekete geçmeye zorlayan, kapasitemizi kullanmaya mecbur eden yeni bir durumla karşılaştığımız zaman bundan dolayı menfî duygulara kapılıyorsak o zaman stres kısır döngüye girer.

Vücudun normal stresi; bize o karşılaştığımız durumla baş etmemiz için gereken enerjiyi, parlak zekâyı, uyanıklık ve dikkati sağlar. Bir örnekle açıklamak gerekirse, meselâ evinize dönerken arabanız ârıza yaptı.

Bu saatte eve gidip dinlenmek sizin günlük düzeninizdi. Bu düzen bozulduğu için zaten huzursuz oldunuz. Ayrıca arabanın tamiri sırasında yaşayacağınız zorluklar aklınıza geldi. «Yine öyle olacak» diye endişe ettiğiniz için gözünüzde büyüdü. «Of ya, şansa bak, hep de beni bulur…» diye şikâyetli iç konuşmalarla kendi kendinizi dolduruşa getirdiniz. Böylece stres kısır döngüsüne girdiniz.

Hâlbuki araba bozulduğu sırada vücudunuzda normal bir stres meydana gelmişti. Hafifçe kalbiniz çarparken aklınız berraklaşmıştı. Bu, size karşılaştığınız durumu yönetmek için gerekli enerjiyi ve dikkati vermişti.

Eğer;

«Olur böyle şeyler. Allah beterinden muhafaza etsin. Şimdi ne yapmalıyım? Kimi arayabilirim? Kendim ne yapabilirim?» diye müsbet düşünseydiniz, normal bir stres seviyesi size enerji verecekti. Ama siz kendi kendinizi kışkırttığınız için, normal stresin üzerine yeni stresler eklediniz.

Stres hormonları gereğinden çok fazla ve çok uzun süre salgılanınca, hem ruh hâlinizde hem vücudunuzda işler kötüye gitmeye başladı. Yani başımıza gelen bir hâl değil, bizim ona karşı duyduğumuz; endişe, korku, öfke, sıkıntı, dert etme hâli bizi kötü olan strese soktu.

Üstelik biz hoşumuza gitmeyen durumlara karşı öfkeli yaklaşırsak, sistem tersine işler. Yani stresin aşırı yükselip kalp çarpıntısının kişiyi panik duygusuna sürüklemesi, kişinin kendi kapasitesini kullanamamasına sebep olur.

Hattâ biz bu şikâyetçi, öfkeli, kırgın, bezgin veya kavgacı ruh hâlini kendimize huy edinirsek sonunda «kronik stres bozukluğu»na gireriz. İşte başta kalp-damar olmak üzere bütün vücut sağlığımızı bozan asıl kötü stres budur.

Normalde stres hayatın bir parçasıdır. Çoğu zaman bizi korumak ve kabiliyetimizi en yüksek seviyede kullanmamızı sağlamak için vardır. Zorluklarla karşılaşılan zamanlarda en iyi dosttur. Ama stresi iyi yönetmek şartıyla.

İşte bugün stresi yönetmek diye tabir edilen fazîletin bizim medeniyetimizdeki adı «sabır»dır.

Sabır; stresi yani bizi zorlayacak, hoşumuza gitmeyecek veya hoşumuza giden şeyleri engelleyecek bir şeyler karşısında tepkili değil sakin, gönül huzuruna sahip, insaflı, mantıklı ve sağduyulu olmaktır.

Peki bu nasıl olacak? İnsanın yaratılışında acelecilik var, dar gönüllülük var, hissîlik var… Bu sakin ve olgun hâli nasıl kazanacak?

Elbette her başarıda olduğu gibi, temrinle yani alıştırmayla…

Rabbimiz bize yalnız sabırla demiyor; «Namazla…» diyor. Neden?

Çünkü namaz, strese karşı dayanıklılığı kazandıran çok önemli bir temrin. Her şeyden önce namaz birçok yönüyle nefse pek hoş gelmiyor. Çünkü ya sıcak yatağından kalkacaksın ya keyfini bozacaksın veya dalıp gittiğin dünyevî işinin başından ayrılacaksın. Namazda kıyamda durmak bile hafif bir stres kaynağı. İnsan rahatlamak için uzanır, yaslanır. Kuyrukta, durakta ve benzeri yerlerde ayakta beklemeyi hiç sevmeyiz.

•Sonra namazın matematik bir düzeni var. Yani rekâtları karıştırmamak için namaz bitene kadar dikkatini koruyacaksın. Hattâ mümkün mertebe gözlerini secde yerinde sabit tutacaksın. Bazı âlimler huşûyu secde yerine bakmak diye açıklamışlar. Çünkü beyin çeşitli düşüncelerde gezinirken gözler hareket eder.

•Namazda tâdil-i erkâna dikkat ederken; rükû, secde gibi rükûnleri sakince, huzurlu bir şekilde yapacaksın. Bunun için aceleciliğe yenilmeyeceksin. Daha birçok yönü var…

•Hâfızanı diri tutacaksın. Okuduklarından gafil olmamaya çalışacaksın. İçinle dışınla dikkatli, uyanık, teyakkuz hâlinde olacaksın. Seninle uğraşıp duran şeytana mağlûp olmamak için gönül meydanında devamlı mücadele edip duracaksın.

•Namazında devamlı olmak için bütün hayatını namaza göre programlayacaksın. Zamanın farkında olacaksın, mekânın farkında olacaksın, kendinin farkında olacaksın. Abdestin var mı, elbisen temiz mi? Kıble hangi taraf? Bu ameli günde beş kere yapmaya devam ederken öyle bir sabır, azim, disiplin kazanacaksın ki, artık hayatın imtihanları karşısında mağlûp olmayacaksın.

İşte o zaman Allâh’ın yardımı da yetişecek…

İki cihanda başarının yolu bu. Allah bizleri muvaffak eylesin.

Âmîn…