SÜKÛTA MEFTÛN OLMAK

Ayşegül AKYÜZ YAHŞİ akyuzaysegul50@gmail.com

Bir gül bahçesinde bir bülbül, hâl diliyle şahine sormuştur:

“–Sen ve ben ikimiz de bir kuş olduğumuz hâlde, neden senin yerin sultanın eli de benimki dikenli gül “bahçesidir? Ve neden sen güzel kekliğin yürek ve böbreğini yer, her kuşu avlar, her istediğine kavuşur, sultanın yanında kadir ve kıymetin olur, kuşların sultanı olursun da ben ta sabahlara dek bir gül goncasının açılmasını beklerim. Fakat ben uyumadıkça o açılmaz, uyandığımda ise gonca ben görmeden açıldığı için bir türlü murâdıma eremem de dikenler içinde inleye inleye kan ağlar, yüreğime taş bağlarım?”

Bunun üzerine şahin şu şâhâne cevabı verir:

“Ben bin murat alır bir söylemezken sen bir murat alır bin söylersen sonunda böyle muratsız kalır ve ah çekersin!” (Mârifetnâme / Şahin ile Bülbül)

İnsan, dilinden dolayı sitemkâr sözler işitir. Dilini tutarak ifşâ etmeyen kişi, öyle ki isteklerine de kavuşur. Maksada ulaşmak için, kısa ve derin sözler etmeli, bazen de sükûtun en tesirli söz; sözün ise, en zehirli ok olduğu, sözün gereksizce sarf edilmesinin ve çok sözün de, mânâyı eksilttiği unutulmamalıdır.

Hazret-i Osman halîfe seçilip ilk hutbesini îrâd etmek için minbere çıktığında, cemaatle o gün sükût ederek konuşmuştur.

Hazret-i Mevlâna buradaki hikmeti ve inceliği şöyle hikâye eder:

“Hazret-i Osman halîfe olur olmaz, halka bir şeyler söylemek için hemen koşup minbere çıktı.

Bütün kâinâtın varlığı ile övündüğü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in minberi üç basamaklıydı. Hazret-i Ebûbekir minberde ikinci basamağa otururdu. Hazret-i Ömer de üçüncü basamağa otururdu.

Hazret-i Osman ise minberin son basamağına oturdu.

O yüce halîfenin üstün hayâ ve îmânından bîhaber, kendini bilmez bir kişi ona dedi ki:

“–Senden önce gelen iki halîfe, Rasûlullâh’ın yerine oturmadılar. Sen mertebe olarak onlardan üstün olmadığın hâlde, neden onlardan üstün olmak sevdasına düştün?”

Hazret-i Osman buyurdu ki:

“–Eğer üçüncü basamakta dursaydım, Hazret-i Ömer’e benzemeye çalışıyor diye bir vehim hâsıl olurdu. İkinci basamağa otursaydım, bu defa da kendisini Hazret-i Ebûbekir’e benzetmeye çalışıyor denilebilirdi.

Minberin üstü ise, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yeridir. Bu itibarla beni o Peygamberler Sultânı’na benzetmek kimsenin vehmine gelmez.”

Bu sözlerden sonra Hazret-i Osman hutbe okunacak yere oturdu. Ta ikindi vakti yaklaşıncaya kadar, dudaklarını kapadı; sustu, sustu, sustu…

Halîfe’nin o rûhâniyet deryâsı içindeki uzun uzun sükûtu karşısında kimsenin; «Haydi söyle!» demeye yahut mescidden dışarı çıkıp gitmeye mecâli yoktu.

Halkın bilgisiz ve görgüsüz olanlarına da bilgili, görgülü olanlarına da bir heybet düşmüştü. Mescidin zarfı da mazrufu da yani içi de dışı da Allâh’ın nur tecellîleri ile dolmuştu. (Osman Nûri TOPBAŞ / Ebedî Fecre; Yüzakı, Sayı: 12)

Sükût, öyle bir libastır ki; endamı da güzeldir, renklerinin tonu da. Sükût, mânâyı zenginleştirir. Hâl ehlinin susması da konuşması gibi, ibretlerle doludur. Gönül insanı, hâl erlerinin sükûnet ırmakları vardır. Bu ırmağın suyu şifâlıdır. Her defasında bir sızıntı hâsıl olur ve o sohbette bulunanların kalbine tatlı tatlı akmaya başlar. İçeride hiç bilinmeyen yaralar iyileşir, kalpler kir ve paslarından arınır. Bazı demler böyle güzeldir işte.

Sözünden hikmetler inci taneleri gibi etrafa saçılan mânâ erleri, sükûnetleri ile hem âdâbın tâlimini yaptırırlar usûlünce, hem de dilhaste (yaralı gönül) hâlimize şifâ bulurlar tabibce. Susmaktaki hakikati anlayamayanın kusuru, hor bakışlı olmasındadır. Oysaki; hor bakış yerine, hoş bir bakış ne de yakışır insana.

Öyle bir hoşluktur ki bu, edebin önüne hiçbir söz geçemez ve bilir ki içinde yanan kandilleri yârenden başkası göremez. Hâl erleri karanlıkta kalmaz; bilâkis sükût, gönlün hangi odacığına girse orada bir aydınlık zuhur eder. Herkesin feneri sönse, onun ışığı hiç kesilmeden devam eder. Çünkü sükût, gönlün hikmet sofrasından beslenir; o hikmetlerse Allâh’ın er kişiye olan bitmek tükenmek bilmeyen, ikrâmıdır. Mânâ âleminde hakikat, dünyada olduğu gibi geçici değildir. Ebedîdir, doyumsuzdur, hârikulâdedir. Bu dünyadakiler onun ancak bir zerresi kadardır ve tükenmeye mahkûmdur.

Nasıl anlaşılır başka türlü mânânın hakikati ve nasıl mâmûr edilir tecellî hânesi. Öyle ki; ebedî olandan, geçici zevkler uğruna vazgeçmeyerek, bilâkis zerrede küreyi görerek; hikmetin mânâsını anlayabilecek bir akıl, kavrayabilecek bir kalp ve sükût üzere bir lisan için duâ etmek gerekir…

Vesselâm.