Gayeye Ulaştıran Vasıta; ÜMİT

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsanın belirli istikamette yola çıkması için bir gayesi; kesintisiz bir gayretle gayesine ulaşmak için de şevk ve heyecanı olmalıdır. Bu sebeple, nice yolculuklar başlamadan bitmiş; bitmeyenler, sürdürülenler de menziline varamadan ya sonu meçhul sapaklarda yön değiştirip kaybolmuş veyahut da gücünü yitirip akîm kalmıştır. Ümit; hayat yolcuğunun, menziline vâsıl oluncaya kadar azimle sürdürülebilmesi için gerekli şevk ve heyecanı temin eden ve irade ile neşv ü nemâ bulan bir kaynaktır. Hayat her hâliyle bir ümit yolculuğudur; yol ayrımlarından selâmetle geçebilmek için, bu fıtrî kaynağın varlığına ve takviyesine ihtiyaç vardır.

Din, ümitle ruhları diriltir. Bu hususla alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; zulümât içine gömülmüş câhiliyye cemiyetini, bu ümitle ihyâ ederek, dünyayı asırlar boyu rahmet iklimine kavuşmasına vesile olan «Asr-ı Saâdet»e çıkarmıştır. Nitekim, bir hadîs-i şerifte, ibretlik bir menkıbe şöyle ifade buyurulur:

“Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhip tarif edildi. Ona kadar gidip; «Doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını» sordu. Râhip; «Hayır yoktur!» dedi. Adam onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim;

«–Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir?» dedi. Ve ilâve etti: «Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allâh’a ibâdet eden kimseler var. Sen de onlarla Allâh’a ibâdet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.»

Bir miktar yol gidince, ölüm gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden sayıldı…” (Buhârî, Enbiyâ, 50)

Müjdeler; ümidi tutuşturan kıvılcım mesâbesindedir. Sahâbeden Sevbân -radıyallâhu anh- bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e mahzun bir sûrette bakıyordu. Öyle ki onun bu hâli, Peygamber Efendimiz’in dikkatini çekti. Merhametle sordular:

“–Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?”

Peygamber âşığı Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

“–Dünyada, Sen’den ayrı kalmaya dayanamıyorum; böyle olunca âhirette nice olur diye dertleniyorum. Orada Siz, peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, Sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Kişi sevdiği ile beraberdir…” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 96) Bu haber; O Rahmet Peygamberi’nden ayrı kalma kaygısıyla hüzünlenen bütün ashâb-ı kiram hazerâtı için, gönülleri ferahlatan bir müjde oldu.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in istikbâle dair müjdeleri ile gönülleri tutuşan ashâb-ı kiram hazerâtı; bu bilgileri gerçekleştirenlerden olabilme azmiyle, yurtlarını terk edip fî-sebîlillâh dört bir tarafa dağılmışlardır. Onları teselsülen takip eden sonraki nesiller de rahmet sancaklarını elden ele daha ilerilerde dalgalandırma şerefine nâil olmuşlardır. Nitekim, İslâm’dan önce emniyetten mahrum olan beldeler; İslâm’ın dalga dalga yayılmasıyla, birer birer emniyete, huzura kavuşmuşlardır. Bunlardan birisine şâhit olan Adiy bin Hâtim -radıyâllahu anh- şöyle demiştir:

“Allah Rasûlü’nün yanında idim. Bir adam geldi, fakirlikten, bir başkası eşkıyânın yol kesmesinden şikâyet etti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

«–Adiyy, sen Hîre’yi gördün mü?»

«–Hayır görmedim; ama orası hakkında bilgim var.» dedim. Allah Rasûlü buyurdu;

«–Eğer ömrün olur da yaşarsan, hevdeci içinde bir kadının Hîre’den hareket edip Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan tâ Kâbe’yi tavaf edeceğini göreceksin.» dedi. Ben buna şaşırarak kendi kendime;

«–Beldelerde fitne ve fesat ateşini tutuşturmuş olan o Tayy kabîlesinin eşkıyâsı nerede olacak ki?» dedim. Adiyy sözlerine şöyle devam etti:

«Ben Hîre’den hevdeci içinde yolculuğa çıkıp, Allah’tan başka hiç kimseden korkmayarak Kâbe’yi tavaf eden kadını gördüm…” (Buhârî, Menâkıb, 25)

Asr-ı saâdetten sonra şehâdet hasreti, ebedî saâdet ümidiyle yanan müslümanların şiârı olmuştur. Bu ulvî hissiyâtı, Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-  Hazretleri düşmanlara;

“Sizin hayatı sevdiğiniz kadar ölümü seven bir orduyla geldim!” diye haykırdı. Sultan Alparslan Gazî, 50 bin kişilik ordusuyla, 200 bin mevcutlu Bizans ordusu karşısına bu ümitle çıkmış ve hezîmete uğratarak Anadolu’nun kapılarını açmıştır.

Kezâ Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine mazhar olabilmek, hiç olmazsa bu yolda can-fedâ edebilmek için sekiz defa sefere çıkılan İstanbul, nihayet kendisini bu yola adayan Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilmiştir.

Çok şükür ki; bu hasret, bugün de dipdiridir. Suriye’ye harekât için giden askerlerimizin, güle oynaya;

“Düğüne gidiyoruz!..” diye sevinç taşkınlıkları sergilemeleri, son olarak Azerbaycanlı gönüllü gençlerin, neşe içinde cepheye koşmaları, bu hissiyâtın tezâhürüdür. Atayurttan Anadolu’ya giriş yapan Türkmenlerden bir kısmının geri dönerken, bir kısmının da Süleyman Şah idaresinde İznik’e gelip yerleşerek, dünyayı asırlar boyu huzura kavuşturacak bir cihan devletinin temellerini atması; «İ‘lâ-yı Kelimetullah» aşkıyla, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le beraber olma ümidi sebebiyledir. Bu aşkla tutuşan Hayme Ana’nın, Ertuğrul Gazi’nin, Osman Gazi’nin rüyaları; şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı ile gerçek olmuştur.

Yüce dâvâların güdülmesi ve kazanılması için; önce gerekli tedbirler alınmalı ve bu çerçevede elden gelen gayret gösterildikten sonra tevekkül edilmelidir. Ancak, bütün bu âmiller; mâneviyat temelli ümitle hayata geçirilebilir. Bu sebeple yeis şiddetle reddedilir. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulur:

“(İbrahim) dedi ki: «Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser!»” (el-Hicr, 56)

Yeis; baştan dâvâyı kaybetmek, zillete mahkûm olmak demektir. Fevkalâde netâmeli bir safha olan millî mücadele yıllarında, milletimizi;

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!

diye sarsarak ümitle ayağa kaldıran İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif; yeis belâsından da şöyle sakındırır:

Birleşmesi kābil mi ya tevhîd ile ye’sin;
Hâşâ! Bunun imkânı yok elbette bilirsin.
Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır;
Kâfî ona can vermeye, bir nefha-i îmân.

Bu cümleden olarak, şanlı ecdâdımızın vârisi mevkiinde ve yüce bir dâvâyı yüklenme durumundaki nesillerimizin yeis bataklığına düşmeden ümitle diriltilmesi, eğitim-kültür siyasetimizin en önemli meselesini teşkil etmelidir.