YIL SONU MUHASEBESİ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Mîlâdî 2020 yılına yakında vedâ edeceğiz.

«Yılbaşı» derler de neden yıl sonu demezler?

Hep yeni bir yılın geldiğini düşünür insanoğlu, sanki bir yıl daha yaşayacağına dair garantisi varmış gibi. Hâlbuki kesin olan şey, bir yılın bittiğidir.

Geçen yılın muhasebesini ne kadar yaptık?

Hep geleceğe yöneliyoruz. Geçmişi bitirdik ve bugünü aceleyle tüketiyoruz, geleceğe gözümüzü dikiyoruz. Geçmişi nasıl geçirdik ki, geleceği ne kadar değerlendireceğiz?

2020 yılında olup bitenlerden ne kadar ders aldık?

Çok iyi hatırlıyorum, internette bir konuşma dinlemiştim. Mevzu eğitimdi. Ülkemizde fen ve teknoloji eğitimine önem verilmesi gerektiğinden bahsediyordu. Aslında dînî eğitimi hedef alıyordu. Ve bir iddia ortaya atıyordu, diyordu ki:

“Eceliyle ölen son insanlar biz olacağız!”

Güya sun‘î organların yapılacağından ve yakında ölümün ortadan kalkacağından bahsediyordu. O iddiadan az zaman sonra malûm Covid 19 salgını ortaya çıktı. Güya ölümü ortadan kaldırma iddiasında bulunan kibir âbidesi adamlar, bir virüsle baş edemediler.

Üstelik bu salgının son olacağı da belli değil. Çinli bir bilim kadını hayatını virüslere adamış. Onun çalışmalarına göre henüz insanlara bulaşmayan çok sayıda virüs var.

Yani her saniye Rabbimiz’in muhafazası altındayız. Eğer başka bir virüsü daha musallat etse, aynı şeyleri yine yaşayabiliriz. Hattâ daha beterlerini…

Başımıza salgın hastalıkların gelmesi değil, asıl gelmemesi daha büyük mûcize. Küçücük bir anahtar meselesi… Virüsün yapısındaki o anahtarı insan hücresine girecek şekilde değiştiriverince olanlar oluyor.

Hızla değişen gündemler, bizi asıl gerçek hâlimize yabancılaştırıyor, gerçek durumumuzu unutturuyor. Biz son derece nârin, zayıf, kolayca müteessir olan bir canlıyız. Velev ki; demirden, tunçtan olsaydık da ölmemiz ezelde takdir edilmiş. Hele hesaptan kaçışın hiç çaresi yok.

2020 senesi, bazı güzel haberler de verdi ve ümitler de yeşertti. Kardeş Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’ı işgalden kurtarmasının sevinci meselâ…

Mesele sadece bir miktar toprak meselesi değil, uzun bir zamandan beri bir müslüman ülkenin haklı dâvâsında netice alması meselesi. Bu nice coğrafyalara ümit vermiştir inşâallah.

Azerbaycan’ın Türkiye’ye güveni boşa çıkmadı. Türkiye, dostlarına ne kadar güçlü bir destek verebildiğini açıkça ortaya koydu. Ülkemiz kendi vatandaşlarını, dostlarını ve kendisine sığınanları hayal kırıklığına uğratmadı. Karadeniz’de, Doğu Akdeniz’de aktif politikalar izlerken, haklarını koruma konusunda da kararlı bir duruş sergiledi.

Ermenistan’ı kışkırtan Fransa, kendi derdine düştü. İslâm ülkelerinin boykot çağrısı karşısında eli ayağı birbirine dolandı. Rusya Türk dünyasını karşısına almayı göze alamadı. ABD ve AB’nin zaten kimse için rahatını bozmaya niyeti olmadığı iyice ortaya çıktı.

Hıristiyan dünyası Ermenistan’ı yarı yolda bırakırken, sadece Türkiye’nin desteği ve Allâh’ın yardımı ile Azerbaycan zafer kazandı. Bu da gösteriyor ki, İslâm coğrafyası tamamen birlik olsa karşısında hiçbir güç duramaz.

Bunlar hep ümit verici manzaralar. Ama ne yazık ki bazı gözlere perde inmiş, bir türlü göremiyorlar. Hâlâ Allah’tan değil de şunlardan bunlardan korkuyorlar.

Hâlbuki boşuna korkuyorlar. Batı âlemi yorgun, bıkkın, kendine güvenini yitirmiş. Artık balon gibi kof bir görüntü. Ne ümit va‘dediyor ne de korkulacak bir yanları var.

Batının teknolojisi; güç kaynağı olduğu kadar, zayıflık sebebi de. Çünkü çok masraflı. Yer altı yer üstü kaynaklara, ticârî münasebetlere, yeni pazarlara muhtaçlar.

Milletler arası ilişkiler uzmanı bir konuşmacıdan duymuştum, İngiltere halkı sadece kendi ürettikleriyle ancak senenin on dört günü karnını doyurabilirmiş. Geri kalanını başka ülkelerden satın alıyorlar. O parayı da geçmiş sömürgeleri sayesinde kazanıyorlar.

Batı ülkelerinin halkları konfora alışık; nefsânî, bencil, âsî ve hattâ yer yer vahşî… Pandemi döneminde Amerika’da silâh satışları kat kat artmış. O silâhları niye alıyorlar?

“Komşum beni soymaya gelirse ondan önce ben onu öldüreyim…” diye.

Böyle bir halk, herhangi bir inanç veya ideoloji için fedâkârlık gösterir mi?

Hâliyle hiçbir konuda halkın fedâkârlığına güvenemeyen idareciler, siyâsî açıdan cesur kararlar veremezler.

Zaten demokratik sistemin kendisi bile bir zayıflık sebebi. Birkaç seneliğine seçilen, tekrar seçilmek için halkın oyuna muhtaç olan bir siyasetçi ne kadar cesur olabilir?

Darbeci, işbirlikçi idareler daha da beter. Onlar korku hegemonyalarını ancak kendilerini o mevkie getirenlere güvenerek sürdürürler. Üstelik kötü idareleriyle halklarının karakterini bozarlar. Ancak halkıyla arasında mânevî bir bağ olan; ortak inancı, ortak dâvâsı olan idareciler halkına güvenebilir.

Bütün bunları düşünerek; ülkemiz için, halkımız için ümitvâr olmamız lâzım. Aşırı tenkit edici, kınayıcı olmak, ümitsizliğe düşürebiliyor, bundan da sakınmalıyız.

Meselâ ümit deyince akla gençler, kadınlar, aile, yeni yetişen nesil geliyor. Bu konuları ihmal etmemeliyiz, daima ıslahına çalışmalıyız ama aşırı endişeye de kapılmamalıyız. Çünkü bu meselelerde fıtratın, tabiatın rolü baskındır. Aşırı mükemmeliyetçi olmamak lâzım…

Genç her zaman gençtir. Kadın her zaman kadındır. Çocuk her zaman çocuktur…

Toplumu arabaya benzetirsek; ön tekerlek idareci durumunda bulunan, güçlü, yetişkin erkekler, babalar, hocalar, idareciler, patronlar ve sairedir. Diğerleri de arka tekerlektir. Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider.

Gençlerimize güzel örnek olmamız lâzım. Bizde bir samimiyet ve fedâkârlık görmeleri lâzım. Önlerini açmamız, imkânlar sunmamız, teşvik etmemiz, fırsat vermemiz lâzım. Güvenmemiz lâzım. Affetmemiz, hoş görmemiz, düştüğünde elinden tutup kaldırmamız, tekrar tekrar denemesini sağlamamız lâzım.

Kadınlar da öyle. Kadın beyninin yalan makinesi gibi olduğu, karşısındaki kişinin samimiyetsizliğini hemen fark ettiğini söylüyorlar.

Bir gün otobüs durağında beklerken yanımdaki kadınların konuşmaları kulağıma çalındı. Biri diğerine çizmesini gösteriyor ve fiyatını söylüyor. Diğeri;

“–Çok pahalıymış. Kocan kızmadı mı?” diyor. O da cevap veriyor:

“–Hele bir kızsın da göreyim. En azından bunu ayağıma giyiyorum, bir işime yarıyor. Ya onun kablolu televizyona, internete ödediği paralar ne işimize yarıyor?”

Aynı şeyi çocuklar da annelerine yapıyor. Mağazadan çıkan bir anne-kız kavga ediyor. Anne kıza;

“–Çok pahalı, alamayız.” diyor.

Kız avazı çıktığı kadar bağırıyor:

“–Kendine olunca alırsın ama!..”

Mecbur mağazaya geri dönüyorlar.

Ama bunların yanında çok güzel örnekler de var. Bir gün Pendik’te bir sohbete davet edilmiştim. Bir hanım, arabasıyla gelip duraktan aldı. Beyi böyle çalışmalar yapsın diye hanımına arabasını bırakıp kendi, otobüsle işe gidiyormuş.

Sohbet yaptığımız eve gelince; mahalledeki hanımlar, beylerinin desteğiyle bir daire tutmuşlar. Çocuklarının okuldan sonra devam edeceği bir kurs açmışlar. Mahallede her yaştan Kur’ân-ı Kerim öğrenmek isteyenlere ders veriyorlar, sohbetler düzenliyorlar. Her şeyi Diyanet’ten, devletten beklemiyorlar; ne kadar güzel…

Zamanımızda Diyanet İşleri Başkanlığı da imza toplayıp müracaat edildiği zaman kurs açıyor. Yeter ki talep edilsin. İçinde bulunduğumuz zamanın, imkânların farkına varmamız lâzım. Onları değerlendirmezsek elimizden gider.

İnsanların dış görünüşüne bakıp acele hüküm de vermemek lâzım. Bir hâfız arkadaşım vardı, beyinin işi îcâbı Mersin’de oturmaları gerekmişti. Orada evinde Kur’ân dersi vermişti. Dışarıdan tesettürsüz olarak gelen hanımlara bir sabahlık ve şal veriyormuş. Kimseye dış görünüşü sebebiyle soğuk davranmadığı için çok gönül kazanmış. Allah râzı olsun.

İzmir depreminin de gösterdiği gibi hepimiz birbirimize muhtacız. Aynı ülkenin insanlarıyız, kader birliğimiz var. Bizde bir samimî, hesapsız, riyâsız bir iyilik, fedâkârlık görmeleri için her şey bir fırsat olabilir. Allâh’ın her işinde bir hikmet vardır. Bize düşen, kendi mes’ûliyetimizi yerine getirmek…

İnşâallah, gelen seneyi gidenlerden çok daha iyi değerlendirmemiz ümidi ve temennîsiyle…