ZORLA MI?

Asım UÇAROK

“Dinde zorlama yoktur!..” (el-Bakara, 256)

Bu âyeti; dînin dünya sahasına karışmasına mâni olmak isteyenler pek severler, bize sık sık tebliğ ederler!..

«Madem zorlama yok, bizi zorlamayın!» demeye getirirler. Böylece; İslâm’ı tebliğ etmeyi, iyiliği emredip, kötülükten men etmeyi, adâleti, hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye etmeyi de ikrah / zorlama imiş gibi göstermeye çalışırlar. Kimseye karışmayan, vicdana ve camiye mahpus bir inançtan rahatsız değildirler. Fakat Hak din; bir davet ortaya koyduğu zaman, bir prensip inşa ettiği zaman, bir kırmızı çizgi çizdiği zaman hemen rahatsızlık baş gösteriyor.

Son zamanlarda çok duyduğumuz bir tabir:

“Hayat tarzına müdahale.”

Nedense bunu sadece dînî öğüt ve nasihatlerde bulunanlara karşı kullanıyorlar.

Diğer tarafta meselâ doktorlar yahut diyetisyenler; «Şeker yemeyin, hamur işlerinden uzak durun!» dediklerinde; “Sen bizim hayat tarzımıza nasıl müdahale edersin!” şeklinde bir itiraz veya infialle karşılaşmıyorlar.

Ama; “Şu alkol belâsı insanın aklını alıyor; insana en düşük, en bayağı işler yaptırıyor; zaten Rabbimiz de yasaklamış, gelin şu musîbetten uzak durun!” diyecek olsanız, hemen;

“–Hayat tarzıma müdahale ettirmem!” diyenler çıkıyor.

En hayâsız hâli görsek hak ve hürriyyet sayıp,
Emr bi’l-mârûfu attık, nehy ani’l-münker kayıp!
Öyle azgınlaştı şeytan öyle pişkinleşti ki;
Şerri yapmak suç değil, artık eleştirmek ayıp! (Tâlî)

Sâlih Peygamberi’n dile getirdiği o acı serzeniş ve sitem, dilimizin ucuna geliyor:

“–Ey kavmim, ben size Rabbim’in risâletini tamamen tebliğ ettim, size nasihat ettim, fakat siz öğüt verenleri / sizin iyiliğinizi isteyerek sizi îkaz edenleri sevmezsiniz.” (el-A‘râf, 79)

Bir tabir vardır: “Teklif var, ısrar yok!”

İslâm’ın tebliğ anlayışında da, icbar ve ikrah yok; fakat insanların hayrı için çalışmak var. O teklifi daima ayakta tutmak var. Reddedenlere aldırmadan, kabul edenleri bulmak var. O kabul edenler bulunur, çoğalır, kuvvetlenir ve çevrelerine de aynı teklifi canla başla neşrederlerse, artık İslâm tebliği, önü alınmaz bir rüzgâra dönüşür. İslâm, insanların fevç fevç koştuğu bir merkez olur. Hicret sonrası Medîne-i Münevvere’de, Fetih sonrası bütün Arap Yarımadası’nda manzara buydu. Tarih boyunca İslâm’ın yayıldığı bütün coğrafyalarda da böyle oldu.

Bu müsbet şartlar gerçekleştiğinde; İslâm kimseyi ikrah ve icbâra maruz bırakmasa da, bazıları kendilerini İslâm’a kerhen girmeye mecbur hissedebilirler. Bunlara Kur’ân lisânında; «Münafıklar, kalbinde hastalık bulunanlar» denilmekte. Aslında bu, onların problemidir. Onlar; zorla İslâm’a sokulmuş değillerdir, fakat onlar kendilerini içtimâî, tarihî, maddî ve benzeri sebeplerle müslümanlar arasında bulunmaya mecbur hissetmişlerdir.

İslâmiyet bu hâli, gerçekçi bir şekilde bir geçiş vetîresi olarak görür. İslâm toplumu içinde kalma tercihinin onları veya hiç olmazsa nesillerini, er geç «kerhen» seviyesinden «içten, samimî» noktasına taşıyacağını esas alır. Sabreder, tahammülle eğitir ve dönüştürür.

Uhud yolundan dönen, Tebük zamanı yan çizen, Dırar’ı inşa etmeye kalkan onca münafık; toplum içinde eriyip gitmiştir. Yine Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- zamanında irtidat eden ve te’dip edilen topluluklar, İslâm toplumunda eriyip gitmiştir.

İslâm’ı kabulde icbar yoktur. Hattâ bu bahsedilen psikolojik ve sosyolojik baskıyla İslâm’a girenler; îmânın kalplerine yerleşmiş olduğu, sahici mü’minler olarak dahî görülmezler. (Bkz. el-Hucurât, 14) Daha ideal noktaya gelmeleri, hiç şüphe duymayan bir şuura ulaşıp, tatbikatları / amelleriyle yani cihadlarıyla da müslümanlıklarını tescil etmeleri arzu edilir. (Bkz. el-Hucurât, 15) Çünkü İslâm, gönüllere taliptir. İradeye ve şuura taliptir.

İradesini ortaya koyan kişiye, İslâm’ın özü ve muhtevâsı tebliğ edilmiştir. O neye gönüllü olduğunun farkındadır. Müslüman / müslim, «teslim olan» demektir. O, neye teslim olduğunun şuurundadır. Bu sebeple, bundan sonrasında yani müslüman olduktan sonra birtakım vicdânî ve hukukî zaruretlerinin olacağını bilir. Uyması gereken farzların, kaçınması gereken haramların olduğunu bilir. Nefsine uyup da çiğnediği takdirde, bazı suçların dünyevî cezalarının olduğunu da bilir. Bunları kabul etmesi zaten îmânının, kabulünün ve teslîmiyetinin bir parçasıdır. Dolayısıyla, bunlar zorlama olarak kabul edilemez. İslâm’da zorlama yoktur. Fakat gönüllü olarak; îmanla kabul edilen muhtevânın içinde, birtakım farziyetlerin, birtakım mecburiyetlerin olduğu bilinen bir husustur.

Bu hakikate rağmen yine de İslâm’da zorlama yoktur. Çünkü bir toplumda İslâmî şuur zaafa uğramışsa, zaten o toplumda İslâm’ın yaşanması ve gelecek nesillere aktarılması da zaafa uğrar. Artık o toplumda; o farzların işlenip işlenmediğini, o haramlardan uzak durulup durulmadığını murâkabe edecek, kuvvetli bir irade ve dirâyet de kalmamış demektir. Osmanlı’nın son devirlerini düşünelim: Hâlen bir müslüman devlettir; fakat, mütehayyizânı yani okumuş-yazmış belli mevkîleri tutmuş tabakası, İslâm’ın akîdesinden değilse bile, şahsiyet ve tatbikatından tamamen uzaklaşmıştır.

Bu durumda âdeta yeniden tebliğ, yeniden bir iç fetih çalışması gerekir. Buna, İslâmî şuurlanma diyebiliriz. Yaşanan onca tahribata rağmen, İslâm coğrafyasının her yerinde İslâm, bu dinamikleriyle yeniden tekrar tekrar doğmuştur. Bosna Hersek’te yeniden doğmuştur. Kafkasya’da, Orta Asya’da yeniden doğmuştur. Bugün Afrika’da yeniden doğmaktadır. Bu şuurlanma hareketleri de hiçbir zaman zorla olmamıştır. Daima gönülden ve vicdandan yükselen bir hissiyatla harekete geçmiştir. Fakat Peygamber vârisi, şuurlandırıcı; âlim, fâzıl, dâvâ ve davet adamlarının gayretlerinin bunda büyük katkısı olmuştur. Bu gayretler, icbar yahut ikrah mıdır? Elbette hayır!..

“İslâm’da zorlama yoktur.” küllî kaidesini anlatmaya çalıştık. Gelelim bir başka veçheye.

İnsan sormak istiyor:

İdeolojilerde zorlama var mıdır?

Normalde yokmuş gibi gözüküyor, en azından öyle bir «algı / telâkkî» oluşturuyorlar. Öyle ya, bu dünya görüşlerinin dillerine pelesenk ettikleri sözler: Hürriyet, serbestlik, demokrasi, çoğulculuk, insan hakları…

Hâlbuki hiç de öyle değil… İdeolojiler, fikriyat ve tatbikatlarını, kitlelere zorla benimsetme yolunu tutuyorlar.

Buna Jakobenizm deniyor. Yani tepeden inmecilik. Bu kelimeyi, 28 Şubat’ta çok duymuştuk. 28 Şubatçılar diyorlardı ki:

“Halk anlamaz. Onu biz zorla lâikleştireceğiz. Evlâtlarını kendisinin şekillendirmesine izin vermeyeceğiz. 15 yaşından önce çocuğunu Kur’ân kursuna gönderemeyecek. İmam-hatiplerin de orta kısmı olmayacak! Ama biz ana okulundan itibaren o çocukların beynini yıkayacağız!.. Çünkü biz senin de, çocuklarının da yararına olanı biliriz; sen ey cahil, sen bilmezsin!”

Bu tavırda; halkı, kitleleri, onların gönüllerini ve iradelerini hiçe saymak var. Gerçi onlar da propagandalar yapıyorlar, algıları yönetiyorlar ve şırınga etmek istedikleri telkin ve modaları insanlara türlü yalanlar ve süslü maskeler altında yutturmaya çalışıyorlar. Fakat her türlü çabalarına rağmen kabul etmeyenlere yine de baskılarla anlayışlarını zorla tahakküm ettiriyorlar. Hukukun müeyyide gücünü kullanıyorlar. Yasaklıyorlar, hayatı zehir ediyorlar.

Meselâ; önce mecburî eğitim koyuyor, o eğitimin müfredâtını tepeden inme belirliyor, sonra eğitimde karmayı dayatıyorlar. Evlâtlarını böyle karma ve menfî şekillendirici bir eğitimde okutmak istemediği için, okula göndermeyenlere adlî takibat açılabiliyor.

Avrupa’da çocuklarına dîninin veya geleneklerinin çizgisinde eğitim veren ailelerin elinden evlâtları alınabiliyor. Homoseksüelliği koruma altına alıyor. Onu tenkidi bile suç sayıyor.

Bunun en hafif (!) şekli, son günlerde gündemde olan «Cinsiyet Eşitliği»… Baştan sona feminizm projesi olan bu oyuna, adı; «Cinsiyet Adâleti» gibi süslemelerle değiştirilse de müslüman halkımızın firâsetinin büyük bir reaksiyonu ve itirazı var. Fakat birileri zorla, ısrarla bunu kanunlar yoluyla topluma dayatmaya devam ediyor. Arka plânına baktığımızda görüyoruz ki bu baskı, AB’ye girme şartı olarak imzalanan İstanbul Sözleşmesinden kaynaklanıyor. Yani yine zorlama!.. Kimileri bu zorlamaya, verilebilir bir taviz olarak bakıyor; kimileri, ailenin ekonomik ve siyâsî bir tavize kurban verilemeyeceğinde ısrar ediyor.

Jakoben devrimci anlayış, Rusya ve Türkiye gibi şark ülkelerinde büyük baskılarla tatbik edildi. Toplumların tepeden inmeci dönüştürme hamleleriyle, batının «vardığı gelişmişliğe» hızlıca ulaşacağı zannedildi. Pantolon veya şapka giymekle, maymunca bir taklitle, takvimden alfabeye her şeyini düşmanınınkilerle değiştirmekle, tarihî vazifeden kurtulunacağı zannının ne kadar boş olduğu, günümüzde batı ülkelerinin ülkemize hâlâ nasıl düşmanca tavır aldıklarından âşikârdır. İşte dün Kıbrıs’taki düşmanca tavır, işte bugün Suriye’de Türkiye’ye karşı silâhlandırılan teröristler…

Zorla demokrasi, zorla hürriyet, zorla insan hakları!.. Irak, Afganistan, Suriye, Libya’nın hâl-i pür melâli ortada… Hiçbiri, önceki vaziyetlerinden daha iyi durumda değil. Kaldı ki; önceki sıkıntılı hâllerinden de, nihayetinde batı mes’uldü.

Bu mukayese neticesinde söyleyebiliriz ki;

İslâm’da zorlama yoktur, fakat câhiliyyede vardır. Küfürde, inkârda ve İslâm dışı ve muârızı bütün ideolojilerde zorlama vardır. Hürriyet maskesi altında zorlama vardır. Demokrasi maskesi altında ikrah vardır.

Geçtiğimiz ay vefat eden Kadir MISIROĞLU; ömrü boyunca, bu ideolojik zorlamaların canlı şahidi ve hedef tahtasıydı. Hapis cezaları, sürgünler, son yıllarında da sosyal medya linçleri… Ömrünü, bu baskılarla mücadeleye adadı. Deli yerine konmak pahasına, hakaretlere uğramak pahasına doğruları söyledi. «Kral çıplak!» diye bağırdı. Ona en çok hücum edilen; «Yunan’ın galip gelmesini temennî ettiği» şeklindeki haksız iddianın dayandırıldığı sözleri bile, bu zorlamaların mantıksızlığını ispatlamak için yaptığı bir karşılaştırmadan ibaret idi. Yunan’ın, işgal etse yapamayacağı akıl almaz zorlamaların bu ülkede yapıldığını hatırlatmak istiyordu.

Kendisine rahmet dileyerek:

Dokuz köyden kovulunca hakikat,
Deli gömleğine bürünür elbet!..
Bir yurt ki yalanlar olmuş müfredat,
Orda bin hurâfe barınır elbet!..

Gam yeme! Ümitle dolu saçaklar,
Yükseklerde fazla konmaz alçaklar,
İlelebet gizli kalmaz gerçekler;
Gün gelir, gözlere görünür elbet…

O vakit bir gelsin yeter bir fiske,
Devrilir külâhlar dökülür maske,
«Kral çıplak!» diye bağırır ülke;
Üryanlar kefene sarınır elbet!..

Tutunca put kıran Halil mayası,
Çıkınca meydana küfrün foyası,
Putun her çeşidi, tuncu, kayası;
Köpek leşi gibi sürünür elbet…