AZRÂİL’İN İŞARETİ
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Mezheb imamımız Ebû Hanîfe Nu‘mân bin Sâbit Hazretleri, 699 yılında Kûfe’de doğdu. Hanefî Mezhebi’nin kurucusudur. «Ebû Hanîfe» veya «İmâm-ı Âzam» olarak bilinir. Onun öncülüğünde başlayan Irak fıkıh ekolü, imamın bu künyesine nisbetle «Hanefî Mezhebi» adını aldı.
İçtihadları; hocası Hammâd, onun hocası Alkāme silsilesiyle, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Abdullah bin Mes‘ûd ve Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhüm-’den gelmektedir.
Emevîler ve Abbâsîler döneminde yaşayan Ebû Hanîfe, hükümdarları ve kadıların verdiği bazı kararları tenkit etmesi sebebiyle çeşitli zorbalıklara maruz kaldı.
«Namaz kılmayan kâfir değildir ama kâfirler namaz kılmazlar.» sözü meşhurdur.
Büyük âlim ve müçtehid İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, 767 yılında vefat etti. Türbesi, Bağdat’tadır.
***
Bir gün Abbâsî Halîfesi Ebû Câfer Mansur, İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne gelerek şöyle bir sual sorar:
“–Rüyamda Azrâil -aleyhisselâm-’ı gördüm ve kaç sene ömrümün kaldığını sordum. O da beş parmağını açarak işaret etti. Bazıları bunu beş sene, bazıları beş ay, bazıları beş hafta ömrün kalmış, diye yorumladılar. Siz ne buyurursunuz?”
İmâm-ı Âzam Hazretleri de Halîfe’nin rüyasını şu şekilde yorumlar:
“–Azrâil’in sana gösterdiği beş parmak, ömrünüzün sayısı değildir. Belki; «Beş şey vardır ki, onu Allah’tan başkası bilemez. Senin ne kadar yaşayacağın da bu beş şeyin içindedir. Ben de bilmem.» demek istemiştir. İmâm-ı Âzam bu sözüyle Lokmân Sûresi’nin son âyetindeki «mugayyebât-ı hamse»yi yani bilgisi Allâh’a ait beş şeyi işaret etmiştir. Bu beş şeyin içinde kişilerin eceli de vardır. (Mehmet DİKMEN, İslâm Büyüklerinden Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Cihan Yayınları, İstanbul, Aralık 1997: 77)
GAZÂDA TOZLANMIŞ
Sultan II. Bâyezid Han, 3 Aralık 1447’de Dimetoka’da doğdu. Enderun’da büyük bir ihtimamla yetiştirildi. Yedi yaşında Hadım Ali Paşa’nın nezâretinde Amasya valiliğine tayin edildi. 1481 yılında babası Fatih Sultan Mehmed’in vefatının ardından tahta geçti, fakat kardeşi Cem Sultan ile karşı karşıya geldi.
Sultan, birçok hayır müessesesi inşâ ettirdi. Bu müesseselerle garip ve kimsesizlerin ihtiyaçlarının giderilmesini sağladı. Bu sebeple isminin yanına «velî» sıfatı da eklenerek «Bâyezîd-i Velî» nisbesiyle anıldı. Beste, şiir ve hat sanatlarıyla uğraştı.
II. Bâyezid Han, 26 Mayıs 1512’de vefat etti. Kabri, Bâyezid Camii’ndeki türbesindedir.
***
Bâyezîd-i Velî, her seferden dönüşte elbisesinde biriken tozları toplar ve bir kavanozda biriktirirdi. Yine bir harp dönüşü Bâyezid Han elbisesini çıkarmış, üzerindeki tozları büyük bir îtinâ ile toplamaya çalışıyordu. Hanımı Gülbahar Hatun merakla sordu:
“–Efendim, merakımı mazur görün. Her cihad dönüşünde o tozları niçin biriktirdiğinizi sorabilir miyim?”
Padişah tebessümle;
“–Benim senden gizlim yoktur Gülbahar Hatun. Bu tozların mezarıma konulmasını vasiyet edeceğim. Çünkü hadîs-i şerifte;
«Ayakları Hak yolunda tozlananları Allah Teâlâ’nın cehennem ateşinden koruyacağı» buyurulmaktadır. İşte Hak yolunda, kâfirlerle cihâd ederken üstümüze bulaşan tozları bu yüzden topluyoruz. Vasiyetimizdir: Öldüğümüzde bunları kabrimize koysunlar.” (Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 4, s. 1031)
SOKRATES MUVAHHİDDİ
Kadîm Yunan felsefesinin mühim sîmâsı Sokrat, tevhid inancına sahip idi. Bunu ölümüne savunan birisi olması îtibarıyla bir peygamber olma ihtimali de dile getirilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Gerçekten de Sokrat; çok tanrıcılığa karşı olması, fazîlet ve ahlâk anlayışıyla o kadar müslümandır ki, hiçbir filozof salt akılla bu noktaya gelmiş olamaz.
İlâhî din, tektir ve İslâm’dır. Doğrusunu Allah bilir. Ama hep bilinen bir zâttır. Peygamber olsaydı peygamberliği de bilinirdi. Ancak muvahhid olduğu kesindir.
«Kendini bilen Rabbini bilir» sözü de, farklı kelimelerle de olsa, yine Sokrat’a da izafe edilir.
Sokrat der ki:
“… İyi nedir? Doğru nedir? Adâlet nedir? … Düşüncelerinizde Sokrates’ten çok, hakikat olsun. Kişinin uğrayacağı gerçek felâket, rûhun çürümesidir. Bu yüzden, adâletsizliğe katlanmak insana, adâletsiz bir iş yapmaktan daha az zarar verir. Adâletsizliğin kurbanına değil, adâletsizliği yapana acımamız gerekir.”
Sokrat tek tanrıya ve ikinci bir dünyaya inanıyordu. O hâlde onun; «Tanrılar yoktur!» sözünü, putları inkâr etmesi diye anlamalı. Putları inkâr ettiği için, onun Baldıran zehri içirerek idamına karar verdiler. Öğrencileri, gardiyana rüşvet verip onu gizlice kaçırmayı plânladılar. Ama o, bunu kabul etmedi, savunduğu ahlâk ilkelerine aykırı buldu.
Sokrat muvahhid idi. Öğrencisi Eflâtun da öyleydi. Ama Eflâtun putlara alenen sövmedi ve hayatta kalmayı başardı. Onun öğrencisi olan Aristo ise karıştırdı, tevhid akîdesini bozdu.” (Prof. Dr. Faruk BEŞER’in 10.01.2014 tarihli köşe yazısından tasarrufla alınmıştır.)
EN YÜCEYE ARZ-I HÂL
Reisü’l-Kurrâ Abdurrahman GÜRSES Hocaefendi, 1 Temmuz 1909’da Sakarya/Hendek’in Soğuksu köyünde dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında pederinden hıfzını ikmâl etti. Hâfız Abdurrauf Efendi’den tâlim ve tashih-i huruf, Ali Niyazi KONUK Hocaefendi’den sarf, nahiv ve fıkıh okudu. Daha sonra İstanbul’a gelerek Şeyh Es‘ad Erbîlî Hazretleri’nin cemaatine imamlık yaptı. 1934’te Üsküdar Selimiye Camii imamı Fehmi Efendi’den kıraat okudu ve 1937’de icâzet aldı. 1944’te Beyazıt Camii’ne tayin edildi. Gönenli Mehmed Efendi’nin vefatının ardından 1991’de Reisü’l-Kurrâ makamına oturdu. Vefatına kadar bu makamda İslâm’a hizmet etti. Zühdü ve takvâsıyla, vakarı ve tok gözlülüğüyle, yaşayan bir Kur’ân olarak; ümmetin yol göstericisi oldu. Yetiştirdiği pırlanta misali talebeler, onun bu yoldaki liyâkatinin ve Kur’ân-ı Kerîm’e verdiği kıymetin en güzel tezâhürüdür.
Abdurrahman GÜRSES Hoca, 10 Ağustos 1999 tarihinde vefat etti. Kabri, Beyazıt Camii hazîresindedir.
***
Emin SARAÇ Hoca anlatır:
“Abdurrahman Hocaefendi ile yirmiye yakın kez hacca birlikte gittik. Yol boyunca Hocaefendi’nin hususiyetlerini, meziyetlerini çok yakından tanıma fırsatı buldum. Bir kere gönlü, Kur’ân-ı Kerîm’e ihtiramla dolu bir kişi idi. Bütün gününü Kur’ân-ı Kerim ile geçirirdi… Harem-i Şerif’teki hâl ve hareketleri hep edep üzereydi. Bu konuda çok hassastı… Arafat’tan dönüşlerimiz hep yürüyerek olurdu…
Önceleri Harem-i Şerif’te, namazdan önce özellikle Mısır’dan gelen hâfızlara Kur’ân-ı Kerim okutulurdu. Şimdilerde bu geleneği kaldırdılar. Mustafa İsmail, Huserî, Abdussamed gibi hâfızlar umumî mikrofondan bütün huccâca Kur’ân ziyafeti verirlerdi. Orada nüfuzu olan birkaç kişi, Hocaefendi’nin de okuması için Kral’a müracaatta bulunmak istemişler. Ama o kesinlikle buna müsaade etmeyeceğini söyledi ve; «Biz buraya arz-ı hâl etmeye geldik, arz-ı endâm etmeye gelmedik!» diyerek bu yöndeki tüm ısrarları geri çevirmişti.”
Şairin diliyle;
Özünün kimliği en zirve tevâzû ve vakar,
Arz-ı endâma o yeltenmedi hiç zerre kadar.
(Seyrî / M. Ali EŞMELİ, bkz. Bir Âyet Daha)