ŞİFÂ ve RAHMET MEVSİMİ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Yere gökten Ramazan geldiği an, can geliyor,
Tam yakarken acılar, rahmet-i Rahman geliyor!

Müjdeler bir daha yağsın bu çorak yeryüzüne,
Dönelim cennete, Peygamber-i Zîşan geliyor!

Kâfirin mikrobu ey hasta, uyan, çâre değil,
Uyanan gönle şifâ, Hazret-i Kur’an geliyor!

Öyle bir sır ki, ölen gönlü diriltir yeniden,
Her gelirken Ramazan, ümmete derman geliyor!

Merhabâ ey Ramazan, geldiğin an coştu cihan,
Coştu Seyrî, gelişinden, nice destan geliyor!

Yine Ramazân-ı şerif;

Şifâ ve rahmet mevsimi.

Gönüllerin şifâya ve rahmete koşma mevsimi.

Bunun için;

Bombalar altında iftar ve sahur yapan mü’minleri görmeli mü’min gözler. Şifâ ve rahmet olabilmek için çırpınmalı özler. Yüreklere ferahlık vermeli ellerimizle söylediğimiz sözler.

Kezâ;

Hakk’ın bizlere olan sayısız nimetlerini derin derin düşünmeli ve bu tefekkürümüz, çevremizdeki ihtiyaç sahiplerine Ramazan hediyelerine dönüşmeli.

Yetimleri hiç unutmamalı.

Hidâyet mahrumlarını kuşatmalı.

Kendimizi de onları da Kur’ân-ı Kerim mevsiminde âbâd ve ihyâ etmeli. Bir gönlü diriltebilmenin aşkı, rûhu, ufku ve bereketi hepimizi donatmalı.

Çünkü;

Bir gönlü diriltmeyi Cenâb-ı Hak, bütün insanları diriltmek olarak kabul ediyor, öyle değer veriyor.

Demek ki;

Dirilen bir gönül bile, milyarlarca gönül değerinde.

Ramazân-ı şerif, işte bu şifâ ve rahmetin mevsimi.

Bu mevsimin en mühim hususiyeti hiç şüphesiz ki;

Oruç.

Çok yönlü bir ibâdet.

Bir ibâdet ki, Allâh’ın emri olması hasebiyle onda sayısız faydalar ve hikmetler var. Bu sebeple;

Orucu, kuru kuruya değil, hikmetlerini tefekkür ile edâ etmek, ayrı bir idrak ve irfan kazandırır insana.

Çünkü gerek bedenî fayda ve hikmetleri, gerekse kalbî fayda ve hikmetleri itibarıyla bambaşkadır oruç. Mükâfatını bizzat Allâh’ın özel olarak vereceği bir ibâdet olduğu kadar aynı zamanda müstesnâ bir eğitimdir o. Hem dünyevî açıdan hem de uhrevî açıdan hakikatler hazinesidir.

Dolayısıyla oruç;

Sadece aç kalmak değildir. O, kullukta intizamın ve makbul bir ibâdetin nasıl olacağının da aynasıdır.

Bu bakımdan oruç;

Başlangıç ile netice arasında hiçbir boşluk bırakılmamasıdır. Çünkü herhangi bir boşluk durumunda oruç bozulmuş olur. Yani başlangıç ile netice arasında bilerek bir lokmacık yense veya bir yudumcuk bir şey içilse oluşan kopukluk yüzünden oruç tamamen bozulur. İsterse iftara üç dakika kalmışken bu yapılsın hiçbir şey değişmez. Tutup da;

“–Allah bunu da böyle kabul etse olmaz mı? Saatlerce orucun şartlarına riâyet edilmişken topu topu üç dakika aksaklığın ne zararı var? Sadece üç dakikacıktan ne çıkar ki!” denilemez.

Bu noktada oruç;

Hayat çarşısında ve mes’ûliyetler bahsinde nicelerinin;

«Ne çıkar ki bundan!» mantığı ile hareket etmelerinin geçersizliğini ortaya koyuyor.

Başlangıç ve netice / sahur ile iftar arasına, kendini bozucu bir şeyi karıştırmama prensibini uyguluyor. Bunda kopukluğa düşüren her gafleti ve şuursuzluğu devre dışı bırakıyor. Ne çıkar ki mantığıyla üretilen boş vermişliği yok eden bir ilâhî ayar ortaya koyuyor.

Âdeta diyor ki oruç:

“–6.000 kilometre dikkatli olup hiç kaza yapmadan araç kullansa bir şoför, sonra da;

«Üç metre dikkatsizlikten bir şey çıkmaz!» demeye kalkışsa, ona en acı cevabı, sebep olduğu cenazeler verir. Bu gerçek, hayatın her hususunda böyledir. Bilhassa dinde.

Çünkü her kim, kafasına göre yorumlar yaparak bu yüce dîni kendince yaşamaya kalkışırsa, en kötü aldanışların kurbanı olmuş demektir.

Hele îman bahsinde ne çıkar deyip de hiç hakkı olmayan noktalarla oynamaya kalkışanların vay hâline!

Hazret-i Âdem’den bu yana;

–Ne çıkar, diyenler, bunu dedikten sonra dinleri bozdular, bozuldular. Tahrip ve tahrif ettiler, merdut oldular.

Şimdi;

–Ne çıkar, deyip de İslâm’a dair türlü hezeyanlara dalanlara hatırlatmalı:

Oruçta;

Başlangıçla netice arasına helâl lokma bile karıştırılamıyorken, tertemiz itikad, îman ve istikamete şeytanı, nefsâniyeti, bozuk fikirleri ve benzeri mel’unlukları karıştırabilmek mümkün olur mu?

Hangi ambalâja sarılırsa sarılsın bâtılın hakta yeri var mı?

Yok.

Zaten İslâm’ın en güzel tarafı da, budur.

İslâm, kendisini şunun bunun keyfine bırakmaz. O, daima ilâhî keyfiyetin içindedir, ilâhî iradenin muhafazasındadır.

Buna rağmen lâubâlî bilgiçlerin keyfe göreliği, her zaman bâtıldır. En basit trafikte bile keyif yasak, keyfiyet şart iken, sıradan yemekte de aynı ölçüyle hareket edilirken insanın ebedî kurtuluş veya helâkinin mevzubahis olduğu inanç ve ibâdetlerinde keyfîlik serbest, keyfiyet de ehemmiyetsiz olur mu?

Asla!

İşte oruç;

Bu hakikati haykıran bir ibâdettir.

Aynı zamanda oruç;

Sabrın duruluğudur. Açlığın nûrudur. Rahmetin ve merhametin coşkunluğudur. Dağılan hâlet-i rûhiyelerin de durgunluğudur. Kalbin sekîneti ve nefsin de sükûnetidir. Oruçta, Allâh’ın yeme ve içmeden münezzeh oluşunun özelliğine mazhariyet vardır. Kezâ bu özelliğin sayısız güzelliğine bürünmek vardır. Azaptan kurtuluş müjdelerinin ferahlığı vardır. Cennete nâil olabilmenin ümit ve heyecanı vardır. Bedenlerin hilâl duruşu ile ruhların güneş gibi parıldaması vardır.

Aynı zamanda oruç;

Mükemmel bir hüsn-i zan formülüdür. Mâlûm, unutarak bir şey yemekle oruç bozulmuyor. Mü’minler de, kardeşlerinin hatalarına bu formülle bakabildiklerinde sû-i zannın pençesine düşmezler. Düşünürler ki:

Bilmeden bir şey yiyip içenin orucu bozulmadığına göre, bilmeden kendisine karşı bir hata işleyenin de kardeşliği bozulmaz ve onun kusuruna bakılmaz. Muhabbet ve kardeşlik orucu, ne olursa olsun, bilmeden yapılan yanlışlara kurban edilemez ve hiçbir sûrette onun bozulduğu söylenemez. Belki nefs, dürter:

«–Bal gibi de bilerek yapmıştır!» diye.

Lâkin ona verilecek cevabın itirazı bile yoktur:

«–Kalbini yarıp da baktın mı?»

Kaldı ki;

Hüsn-i zanda yanılmak, sû-i zanda isabet etmekten çok daha hayırlı, çok daha kârlıdır.

Aynı zamanda oruç;

Zorluklar karşısında ne yapılacağının bir tâlimidir. İftarın huzuru ve sevinci ile gün boyu aç kalabilmeyi başarmak vardır oruçta. Yani neticedeki müjde sebebiyle gidişattaki zorlukları göğüsletir insana.

Bu demektir ki;

Bütün zor zamanlarda gönülleri de, gözleri de, akılları da şuurları da, ancak müjdelere yönlendirmeli.

Çünkü;

Aşılmaz dağları, müjdelerden başka bir enerji ile aşabilmek mümkün değildir.

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber, en zor zamanlarda en büyük müjdeleri dile getirmiş ve bütün meşakkatlerin, nice mücadelelerin üstesinden gelebilmiştir. Tarih boyu şu devranda yaşanan bütün dev sancılar, Arş’a gebe olan gönüllerin mazhar olacağı büyük neticelerin habercileri gibidir bu mânâda.

Yani çetin ve kahredici zorluklar, insanların önüne konulmuş kötü şeyler değil, aslında en çözümsüz tıkanıklıkları bile açabilmeyi sağlayan lütuflardır.

Zaten her zorlukta bir değil iki kolaylık / iki çare / iki müjde olduğunu beyan etmiştir Cenâb-ı Hak.

İşte bu gerçeği görmeli.

İşte bunu görenler, asla çilelerin zorluğunda boğulmaz, ancak çarelerin ferahlığında nefes alırlar. Gafil kişilerin gözleri, çilelerin ıstırabına bakıp da içleri burkulurken; ârif kişiler, çilelerin müjde ve mükâfatlarına bakıp da yüreklerine daha bir heyecan, aşk ve gayret kanatları takarlar.

Nitekim;

Hazret-i Peygamber; Büyük Bedir zaferini, o başarıyı imkânsız zannettiren cılızlık, zayıflık ve ağır çilelerin tam ortasındayken görmüş ve müjdelemiştir. Uhud’da da, Hendek’te de, Mekke Fethi’nde de diğerlerinde de durum aynıdır. İstanbul’un kapılarını bize açan asıl hüner de, tâ asırlar öncesinden, yine bir müjde-i Peygamber olmuştur.

Bu idrak ile elbette oruç;

Bugünlerin sıkıntılarındaki tüm ümitsizliklerden sıyrılıp da yarınlarda zuhur edecek müjdeleri seyrettiren bir hikmet ve rahmet penceresidir.

Aynı zamanda oruç;

Seher diriliğini kazandırmanın temrinidir.

Çünkü sahur, seher vaktinde. İmsakten önce kalkış zarûrî. Sonrasında yemek içmek yok. Bir ay boyunca sahur için seherde kalkış var.

Tabiî ki bu kalkış, boşuna değil, mutlaka bizi çok hayırlı bir özelliğe alıştırmak için. Bir aylık temrinle bize kazandırılmak istenen bu özellik çok bâriz; seherde kalkmayı, gönülden gelen bir aşk ve alışkanlık hâline getirmek.

Hadîs-i şerifte;

“Sahur yapınız, çünkü sahurda bereket vardır!” (Buhârî, Savm, 20) buyurulmasının bir hikmeti de bu olsa gerek.

Câlib-i dikkattir, yüce Allah;

Seherde istiğfar istiyor.

Seherde teheccüd ve nâfile namazlar istiyor.

Seherde Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet istiyor.

Seherde kendisine yöneliş ve duâ istiyor.

Bir de;

Seherde sahur istiyor.

Rastgele bir denk getirme değil bu.

Bir ay, seherde sahur.

Çok mânidar bir isabet.

Kullardan seherde kalkmayı aşk ve irade ile gerçekleştirmelerini isteyen çok açık bir hikmet bu.

Belki de sırf böyle bir aşkın devreye girmesi için Allah seher ibâdetini farz kılmadı.

Lâkin görüyoruz ki, ısrarla üzerinde durdu. Âyet âyet söyledi seherlerde yapılmasını murâd ettiği kulluk tezâhürlerini.

O hâlde;

Bir ay boyunca sahura kalkarak bu hakikatler ile dolup da bir ömür ehl-i seher olabilenlere ne mutlu!

İçinde bulunduğumuz zor zamanları büyük müjdelerle göğüsleyerek her zahmeti sonsuz rahmete dönüştürebilenlere ne mutlu!

Îman ve İslâm kardeşliğini sarsılmaz bir hüsn-i zan ile sağlamlaştırıp da âyetteki «birbirlerine şefkat, rahmet ve merhametle» davranarak Hazret-i Peygamber’le beraberliğe mazhar olabilenlere ne mutlu!

Hâsılı;

Ramazan-ı şerif, işte bunları gerçekleştirebilmenin fırsatı.

Bunlarla, şifâ ve rahmet mevsimi…

Yâ Rab!

Nasîb eyle!

Âmîn!..