NE KADAR LÂZIMSA GÖNDERELİM

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Nakşibendî şeyhi Ubeydullah Ahrâr -kuddîse sirruhû-, 1404’te Taşkent’te doğdu. Nakşibendî geleneğinde «Hâce-i Ahrâr» diye tanınır. Çocukluğunda hem mektebe devam etti hem de ziraatla uğraşan babasına yardım etti. Yirmi iki yaşında ilim tahsil etmek için Semerkant’a gitti. 1431’de Nakşibendî şeyhi Yâkûb-i Çerhî -kuddîse sirruhû-’ya intisâb etti ve şeyhinden hilâfet alarak Herat’a döndü.

“Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kendi yükünü hiç kimseye çektirmemektir.” sözü meşhurdur.

Taşkent’te irşad faaliyetine başlayan Ubeydullah Ahrâr Hazretleri; bir yandan da ziraat ve ticaretle meşgul olmaya devam ederek kimseye yük olmadı, maîşetini temin etti.

Ubeydullah Ahrâr -kuddîse sirruhû- 20 Şubat 1490’da Semerkant’ta vefat etti. Kabri Semerkant’tadır.

***

Ubeydullah Ahrâr -kuddîse sirruhû- anlatır:

Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip;

“–Burada mürid olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa, bize gönderiniz.” demişti. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir:

“–Bahsettiğiniz vasıfta insanlar maalesef, bizim burada da yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!..” (Mehmet DİKMEN, İslâm Büyüklerinden Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Cihan Yayınları, İstanbul, Aralık, 1997: 356)

Bu sözleriyle, mürşidlik iddia eden kimselerin çokluğuna nisbetle, hakikî müridlerin azlığını ne güzel tebârüz ettirmişlerdir.

MESRÛRUM ÇÜNKÜ…

Fatih Sultan Mehmed Han, 30 Mart 1432 yılında Edirne’de dünyaya geldi. Maddî, mânevî iyi bir eğitim alan Şehzade Mehmed; küçüklüğünden beri İstanbul’u fethedip Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olma arzusuyla yandı, tutuştu. Akşemseddin Hazretleri, onun bu yolda en büyük mânevî destekçisi ve yol göstericisi oldu. Şehzade Mehmed; ilim yolunda da üstün bir gayret göstererek kısa zamanda Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça ve Yunanca öğrendi.

Sultan Fatih, 1444’te babası II. Murad’ın padişahlığı kendisine bırakması üzerine tahta çıktıysa da iki yıl sonra tekrar babasını tahta geçirdi. 1451’de ikinci defa tahta çıkan Mehmed Han; ilk iş olarak «Dîvân»ı toplayarak İstanbul’u kuşatma kararı aldı. Fatih’in ifadesiyle önce kendisinin gönlünü fetheden İstanbul, şimdi Fatih’in bu şehri fethetmesi için gün sayıyordu.

Fatih Sultan Mehmed, 3 Mayıs 1481’de 50 yaşında, bir sefere giderken -bir rivâyete göre- zehirlenerek vefat etti. Türbesi, İstanbul’da adına yaptırdığı caminin kıble tarafındadır.

***

Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra ilk «Dîvan»da;

“Bu ferah ki bende görürsüz, yalnız bu kal‘a fethine değildir. Akşemseddin gibi bir azîzin benim zamanımda olduğuna sevinirim.” diyerek fethettiği Konstantiniyye ile değil Akşemseddin Hazretleri ile yani bir insan ile sevincini ifade etmektedir.

Çocuk denecek yaşta dünyevî kuvvet ve kudretin zirvesine çıkan Sultan II. Mehmed’in; öğrenme uğruna, dünya nimetlerini gözünü bile kırpmadan fedâ etmesi, başlı başına kitaplaştırılması gereken bir mevzudur.

Bu ferâgat acaba hangimizin nefsine sığar? Hele Padişâh-ı Cihan ve Roma İmparatoru sıfatlarını nefsinde taşırken; hocasını ve şeyhini ziyaret etmesi, ellerini öpmesi, yalvarması, Şeyh Hazretleri’nin ise yan gelip asla istifini bozmadan onu dinlemesi ve; «Padişahlığına dön!» mânâsında onu âdeta haşlaması, genç padişahın hocasının temsil ettiği misyona bağlılığının ölçüsü hakkında fikir verebilir. (Yavuz BAHADIROĞLU, 30 Eylül 2017 tarihli köşe yazısı)

«KÜLLÜN MİNHÜ»

Hafız, âlim ve şair Ali Ulvi KURUCU; 1922 yılında Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Konya’da tamamladı. Arapça öğrendikten sonra hıfzını tamamladı. 1939 yılında ailesi ile birlikte Medine’ye hicret etti. Yüksek tahsilini Kahire el-Ezher Üniversitesinde bitirdi. Medine’de uzun müddet Evkaf Dairesinin İnşaat ve Sicillât Emîni olarak vazife yaptı. Daha sonra Sultan Mahmud’un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphânesi’nde, bir süre sonra da Şeyhülislâm Ârif Hikmet Kütüphânesi’nde çalıştı. 1985’te emekli olduktan sonra Medine’ye dünyanın her tarafından gelen ilim adamlarını ağırlardı. Senenin belli bir dönemini Türkiye’de geçirirdi.

Ali Ulvi Hoca; tarih, mûsıkî, hat gibi sanatlara ilgiliydi. «Gümüş Tül ve Alevler» şiirlerini, «Gecelerin Gündüzü» de makale ve röportajlarını kaleme aldığı eserleridir.

Ali Ulvi KURUCU, 3 Şubat 2002 tarihinde Medine’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dadır.

***

Kurrâ hâfız Ramazan PAKDİL Hoca, Ali Ulvi KURUCU Hocaefendiden dinlediği bir hâtırayı şöyle nakleder:

Bir gün işyerinde içime bir sıkıntı geldi. Bir şey var ama ne var? Arkadaşlara dedim ki:

“Ben eve gideyim. İçimde bir sıkıntı var, eve gideyim geleyim.”

Yolda aklıma geldi. Evde keçi besliyoruz. Sütünden istifade ediyoruz. Giderken de; «Ona bir balya ot alayım.» dedim. Otu aldım. Etrafıma bakarken bir de baktım orada bir Yemenli iştiyakla bana bakıyor. «Ben götüreyim.» der gibi…

“–Ammi! Gel sen götür!” dedim. Geldi, aldı balyayı sırtına. Ben önde o arkada gidiyoruz. Benim duyacağım şekilde musîbet âyetlerini okumaya başladı. Meâlen;

“De ki: Allâh’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez…” (et-Tevbe, 51) Arkasından da; «Küllün minhü» diyor. Sonra başa gelebilecek musîbetleri sabırla ve rızâ ile karşılamak mevzularında başka bir âyeti okudu, arkasından yine; «Küllün minhü!» dedi.

«Küllün minhü!»; «Her şey O’ndan!» demek. Yani Allah takdir ediyor da oluyor, her şey O’ndan! Ben eve gelene kadar aklına ne kadar musîbet âyeti geldiyse okudu. Arkasından da; «Küllün minhü!» dedi.

“Bunda da vardır bir hikmet!” dedim. Meğer o adamın kalp gözü açıkmış. Beni eve hazırlıyormuş. Bizim evdeki musîbeti sezmiş. Eve vardım, baktım evin önünde bir kalabalık var. Herkes bana sabır tavsiye ediyor.

“–Sabır yâ Ali, inşâallah geçer. Sabır sabır!..”

“–Hayırdır?” dedim. Bir de baktım orada kan izi var. Hemen eve girdim;

“–Anne ne oldu?” diye sordum.

“–Yavrum; torunumuz camdan düştü!” dedi. “Başının üstüne düştü. Sana da ulaşamadık. Gelmeni bekledik. İçeride yatıyor.”

“–Niye durduruyoruz, hemen hastahâneye götürelim.” dedim. Hastahâneye gittik, doktora ulaştırdık. Doktor ilk müdahaleden sonra dedi ki:

“–Annesi kalsın; hocam siz Ravza’ya gidin, duâ edin. Durumu ciddî. Başı üstüne düşmüş. Duâ edin inşâallah. Biz de elimizden geleni yapalım!”

Annesini bıraktım, ben Ravza’ya gittim. Ravza’da içli içli duâ ettik. Daha sonra Allâh’ın izniyle çocuğun kurtulduğu haberi geldi. Duâlar bereketiyle… Her şey O’ndan, kazâ da şifâ da…

DÎNİMİZDE YASAKTIR!

Kafkas kartalı Şeyh Şâmil, 1797 yılında Dağıstan’da dünyaya geldi. İlk eğitimini Said Harakānî’den aldı. Daha sonra kayınpederi olacak olan Nakşibendî Şeyhi Cemâleddin Gazi-Kumukî Efendi’den ilim tahsil etti. İmam Hamzat’ın 1834’te şehid olmasından sonra; Aşilta’da yapılan toplantıda, ittifakla başkanlığa getirildi. Uzun müddet Ruslarla harp eden Şeyh Şâmil; 1859’da Gunip muhasarasında 70 bin Rus askerine karşı birkaç yüz kişi kalınca, silâh bırakıp teslim oldu. Çar tarafından iyi bir muameleyle karşılanıp bir ay müddetle misafir edildikten sonra, esâret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderildi. Esârette on yıl geçirdikten sonra, hacca gitmek için izin istedi. Çar, oğlunu alıkoymak ve haccı îfâ ettikten sonra Rusya’ya dönmesi şartıyla gitmesine müsaade etti. 1870’te İstanbul üzerinden Hicaz’a giden Şeyh Şâmil, Medine’de 4 Şubat 1871’de rûhunu teslim etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dadır.

***

Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’e esâreti sırasında Rus Çarı tarafından bir ziyafet verilir. Günlerdir bir şeyler yemeyen Şeyh Şâmil, yemekleri iştahla yerken Rus Çarı yanındakilere;

“–Korkarım bu adam bizi de yiyecek!” diye fısıldar. Bu sözleri duyan Şeyh Şâmil, Çar’a şöyle seslenir:

“–Endişeye mahal yok, zira bizim dînimizde domuz eti yemek yasaktır!”