EVİMİZDEKİ DEFİNE

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Çocukluğumun geçtiği bir evimiz vardı.

Eski Antep evi.

İçinde unutulmaz hâtıralarımız olduğundan dolayı, orayı satmadık. Fakat değerlendirilmesi maksadıyla bir vakfa bağışladık. Orada hanımlara hizmet çerçevesinde güzel bir çalışma var. Bu hizmetler, 25 senedir -elhamdülillâh- devam ediyor. Orada Cuma günleri hanımlar toplanıyor; Kur’ân öğreniyorlar, ilâhîler okuyorlar, sohbetler yapıyorlar. Yemekler yapılıp yeniliyor.

Muharrem ayında da büyük bir kazanda aşûre pişirilir, ikram edilir. Bu sene beş yüz kişiye ikram edilmiş. Bu yılki aşûre ikramına kıymetli eşimi, Hacı Hanım’ı da davet etmişler. Orada bir-iki hanımefendi merakla Hacı Hanım’a demişler ki:

“–Size bir şey sormak istiyoruz; doğru mu yanlış mı, sizden duymak istiyoruz…”

Hacı Hanım;

“–Buyurun!” deyince sormuşlar:

“–Siz bu evde oturuyormuşsunuz. Burada bir define bulmuşsunuz. İçi hazine dolu kocaman bir küp çıkarmışsınız. Bu sayede çok zengin olmuşsunuz. Onun için bu evi satmayıp bu vakfa hîbe etmişsiniz. Doğru mu?”

Hacı Hanım da, hâliyle;

“–Öyle bir şeyden haberim yok. Olsaydı, duyardım.” demiş.

Hacı Hanım bana sordu:

“–Böyle söylüyorlar aslı var mı? Hayal senaryosu mu?”

Ben de, bunu işitince dedim ki:

“–Evet! O evde büyük bir define vardı. İçi hazine dolu kocaman bir küptü. Bizi son derece bahtiyar ve mutlu eden bir define idi. Fakat küpteki hazine; maddî altınlar ve mücevherler değildi. O evde bulduğumuz definenin parayla pulla alâkası yoktu. Paradan, puldan, altın ve gümüşten daha değerli bir hazineydi küpün içindeki. O hazineyi aldık, ömür boyu kullandık, kullanıyoruz. O küpte bulunanlar, bizim gerçek zenginliğimizdir.

O küpte; şükür, hamd, sevgi, tevâzu, özveri, fedâkârlık, çalışmak, paylaşmak, dirlik ve birlik hulâsa ahlâk güzelliklerinin uygulamalı eğitimi vardı. O define evin hanımefendisi, çocukların annesi Zeliha ZİYLAN idi. Doğumu 1907, vefatı 1990. Gaziantep Karataş Ertuğrul Mahallesi’nde bir cami ile Şahinbey ilçesinde Anadolu Kız Lisesi, onun ismini taşıyor. Allah rahmet eylesin. Bir ahlâk definesi idi. 80 yaşında iken; 25-30 kişinin oturduğu bir salonda kapı çalındığı anda, önce kendisi ayağa kalkar, kapıyı açmaya yönelirdi. Ona;

“–Aman annem, bu kadar gençler var!” dediğimizde şu cevabı verirdi:

“–Evlâdım, böyle alışmışım. Bir iş olduğunda önce ben koşarım, o an benden başka kimse yokmuş gibi davranırım. Ama bir güzellik, yiyecek, rahatlık ve oturacak hâl olduğunda ise, önce sen. Bu bizim şiârımızdır yavrum.”

Sordum:

–Pekiyi, anne sana bir şey sorabilir miyim?

–Sor, evlâdım.

–Kaynanaların gelinlerle arası iyi olmaz, sen gelinlerinle nasılsın?

–Elhamdülillâh! Gelinlerimi kızlarım kadar severim, onlar da beni sever. Ben, 30 sene kayınvâlidemle, 30 sene de gelinimle oturdum, hiçbiriyle muhabbetimiz bozulmadı. Ama nusret ve mârifet, muhterem Nazife kayınvâlidemde idi. Bana;

«–Kızım senden hiç incinmedim, Allah sana da senin gibi gelin versin!» diye duâ etti. Duâsı kabul oldu. (Böyle demekle; hem övünmekten kaçınıyor, hem de mahareti kendisine değil kayınvâlidesine izâfe ediyordu.)

–Pekiyi, hiç mi birbirinize sesinizi yükseltmediniz?

–Oğlum, çok karıştırma! Ana-kız olsa bile olur; ama biz uzatmadık, hemen kapattık. Derhâl özür diledik, muhabbete sebep oldu.

–Pekâlâ; akraba, komşu-tanıdık bunlarla husûmetli olduğunuz biri var mı?

On saniye düşündü:

–Hiç yok! Hepsini seviyorum…

Zeliha Annem, işte böyle bir hazine!

Onun yaşlılığı böyleydi.

Ya gençliği?

1948 seneleri idi. Evde 4’ü kız, 2’si oğlan; 6 kardeştik. Bir de babaanne vardı. 2 kişi de anne ve baba, toplam 9 kişi idik. O sıralar babamın işi kırılmıştı, evin maddî girdisi yoktu. Bir de üstüne, genç kardeşim tüberküloz hastası idi.

Kimseye derdimizi söylemiyor, olanla idare ediyorduk. Annem bir gün büyük-küçük, kız-oğlan hepimizi topladı. Toplantıda babama;

“–Sen kendini çok üzüyorsun. Bu günler geçer, fakat neredeyse kendini hasta edeceksin. Biliyorum kendine yediremiyorsun. Lâkin hiç üzülme, biz ne güne duruyoruz? Hepimiz son derece tasarruf edeceğiz. Helâlinden ne iş olursa yapacağız!” dedi.

Bu sözleriyle o, hepimize hem moral hem de topyekûn çalışma şevki veriyordu. O anda 80 küsûr yaşındaki babaannem (ninem) de dedi ki:

–Ben 40 senedir, tütün içerim. Bu mereti bırakacağım aklımdan geçmezdi, ama şimdi bırakmaya söz veriyorum. Bu kadar çile içinde bir de benim tütün paramı mı vereceksiniz?

Sözüne sâdık kaldı, içmedi.

Hep birlikte evimizi bir iş atölyesi hâline getirdik. Evin ustabaşısı annem, patronu da babamdı. Avlulu bir Antep evi, her iş yapılabiliyordu. Fıstık kırma, masura sarma, şıra, üzüm sucuğu, pestil, otellere yorgan, hulâsa helâl ne iş olursa yapılıyordu. Kazancımız gayet az idi, ancak iâşemize yetiyordu. Buna rağmen çevremizden ailemizi tanıyanlar ve bütün mahalleli, önceki hâlimiz dolayısıyla bizi varlıklı olarak biliyordu. Biz de hâlimizi kimseye söylemiyorduk.

Bu çilelerin arasında bir de o zaman 18 yaşındaki abim verem hastalığına yakalanmıştı. Yeteri kadar ilâç yoktu, iyi beslenmesi lâzımdı. İyi beslenmek de, ancak maddî imkânla olacak bir şeydi, fakat o gün için o imkân da bizde yoktu.

Bazen bu sebepten, bazen de tıbbın henüz yeterli ilâcı bulamamasından; o devirde bu hastalığa yakalananların çoğu ölüyordu. Ben o zaman, 12 yaşında bir çocuğum. Yolda giderken tanıdık iki kadın beni durdurdu, sordu:

–Oğlum, abin verem mi olmuş?

Ben;

“–Bilmiyorum.” deyince dediler ki:

–Vah vaah! Daha gencecik, çok da ahlâklı bir çocuktu, zavallı masum, ölüp gidecek.

Kendilerince güya merhamet gösteriyorlar, güya sevgilerini ifade ediyorlardı, fakat o anda benim küçük ciğerimi parçalamışlardı. Unutamadığım bir acı hâtıra olarak yüreğimde kaldı. Şimdi herkese tavsiye ediyorum: Ne olur sizler böyle yapmayın!

Ah o Zeliha Anam. Anaların anası…

O günlerde nasıl çırpındı, ne fedâkârlıklar yaptı. Anlatmaya kelime bulamıyorum.

Nur yüzlü, yanık gönüllü anacığım; o kadar işin yorgunluğuna rağmen, her gece yarısı kalkar, keçilerden süt sağardı. Sonra hasta kardeşimin başına gelir;

“–Uyan benim tatlı oğlum, uyan. Sana şimdi sağdığım sütten getirdim. Haydi besmeleyle içiver. Sana şifâ olur inşâallah!” diyerek sütünü içirir, duâsını yapardı.

O annenin gönlüyle ve eliyle;

Öğle zamanı yine bir kişilik çiğ köfte yapılır, yine tatlı sözlerle ağabeyime yedirilirdi. Bize de nefsimiz kalmasın diye parmak ucu kadar verirlerdi. Sabahları evde tavukların yaptığı yumurtaların sarısı da abime içirilir, el bebek gül bebek beslenirdi.

İşte bu şefkatin âbidesi olan o anne;

Bir kere bile ağzından asla şikâyet, karamsarlık, küfür, bedduâ çıkmayan; hep iyimser, fedâkâr ve çilekeş olan, daima iyi bir örnek olmak için elinden geleni yapan, her bakımdan eğitici, öğretici bir ana, gerçek bir define.

İşte;

Böyle bir ananın eğitiminden geçen 6 çocuk, 70 senedir birbirimizi incitmedik. Hasta olan o kardeşimiz de -elhamdülillâh- iyi oldu. Yıllar sonra 83 yaşında bir trafik kazası neticesinde vefat etti.

Hâsılı o define gibi annenin yuvasında;

Hepimiz, mânen nice zenginliklere sahip olurken zamanla maddî durum itibarıyla da bir yerlere geldik. Şimdi 6 kardeşten 3’ü vefat etmiş durumda, 3’ü hayatta. Aramızdaki sevgi ve saygı, o günkü gibi taptaze devam ediyor, hiç şüphesiz Hazret-i Mevlâ’mın yardımı ile. Yüce Allah âkıbetimizi hayır eylesin.

Yeri gelmişken o define anadan aklımızda kalan bazı cevherleri sizlerde de paylaşmak isterim. Derdi ki anacığım:

İnsan;

Çalışmayla güçlenir, kalaylanır, sıhhat olur.

İşini iyi yapmakla; itibar kazanır, marka olur.

Mütevâzı oldukça, sevilen olur.

Şikâyet etmezse; mutlu olur, çare bulur.

Sevince, herkesin sevgilisi olur,

Fedâkâr olan, kıymetli olur.

Kanaat, ganîmet olur.

İnsan sevdiğini üzmez, üzülmesini de istemez.

Dirlik olunca birlik olur, birlik olunca devlet olur.

İbâdetlerini eksiksiz yapar; rahat, huzurlu olur.

Paylaşan cömert olur; Allah karşılığını verir, varlıklı olur.

Öfkede akıl kalmaz, ahmak olur…

İnsanı; maddeyle, parayla ve pulla olamayacağı kadar çok mutlu eden formüllerdi bunlar. İşte biz, bunlarla mutlu olduk.

Açıkça ifade ediyoruz ki:

Dünya ve âhirette insanların asıl zenginliği; yani gerçek mutluluğu, daha doğrusu fakirliğe hiçbir zaman düşürmeyen yegâne kanaati, şükrü, hamdi, çalışmayı, tedbirde kusur yapmamayı hep o evdeki o müstesnâ defineden öğrenmiştik. O evde işte o define sayesinde bütün bunlar vardı.

Hâsılı;

Güzel ahlâka, mânevî değerlerimize, fizikî güzellikten, maddî zenginlikten daha fazla değer vermeliyiz.

Sevginin, saygının, kanaatin, huzurun ve saâdetin, maddî her şeyden daha kıymetli olduğunu idrak etmeliyiz.

Bugün maalesef bazı evlerde incir çekirdeğini doldurmayacak bir şey, dağlardan ağır bir probleme dönüşüyor bir iki lâkırdı etrafında.

İşte bu yüzden;

Bütün nasihatler, tecrübeler, doğrular ve gerçekler, ancak anlayana ve anlayıp da riâyet edene!

İşte o zaman;

Herkes kendi evinde nice defineler bulacak. Kendilerini ömür boyu mutlu eden, o içi hazineler dolu küpleri bulacak.

Kimse unutmasın!

O defineler ve hazine küpleri; dışarılarda değil, ancak evlerimizde vardır. Onlar evin hanımı, evin yapıcısı «anne»lerdir. Peygamberimiz;

«Cennet annelerin ayağı altındadır.» (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 125) buyurmuştur. O annelerin kıymetini bilmek lâzım. Annelerin de yapıcı olması, yıkıcı olmaması lâzım. Evin babalarının da helâl kazanç getirmesi lâzım. Hanımların da; «Az olsun fakat helâl olsun!» deyip beyine yardımcı olması lâzım.

Hulâsa;

O eşsiz define; sokaklarda, caddelerde, internetlerde, yaban ellerde ve yabancı ağızlarda değil, kendi öz hânelerimizde, öz îmânımızda, öz ahlâkımızda, yani Kur’ân’ımızda ve Peygamberimiz’de. Bu noktada hangi evin kapısı tekrar cennete açılmaya başlamışsa, o evde bu defineleri bulmak tekrar mümkün olacaktır. Hiç şüpheniz olmasın.

Rabbim; bu zenginliği iki dünyada da bütün kardeşlerimize, neslimize, evlâtlarımıza ve torunlarımıza nasip eylesin!

Âmîn…