ESKİ(MEZ) YAZI

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Türkçeyi ilk defa, doğup büyüdüğüm köyde kullanılan mahallî ağızla tanıdım. Rahmetli dedemin anlattığı Keloğlan masallarını, arkadaşlarıyla oturduğu meclislerde birbirlerine anlattıkları askerlik hâtıralarını ve çobanlık hikâyelerini o ağzın verdiği sesle dinledim. Yine dedemin zaman zaman kendine has bir nağmeyle okuduğu yarı manzum Arzu ile Kanber macerasını, tamamı manzum olan Muhammed Hanefî Cengi gibi kitapları o ağzın yorumuyla dinledim. O zaman henüz hayatta olan annemin dedesinden defaatle dinlediğim Kerbelâ Fâciası ve Battal Gazi gazâları da o zamandan itibaren hâfızamda iz bıraktı.

Bütün bunlar eski yazılı, -o zamanki büyüklerin ifadesiyle-; «eskimez yazılı» idi. Hususiyle Arzu ile Kanber ve Muhammed Hanefî Cengi’ni dedem kitaptan okuduğu için Türkçenin bir zaman mevcut harflerden farklı harflerle yazıldığını -okulda Sosyal Bilgiler dersinde anlatılan teorik bilgilerden farklı olarak- ayne’l-yakîn müşâhede ediyordum. Bu kitaplar ve o zaman birçok evde bulunup büyüklerce okunan Mızraklı İlmihâl, harekeli metinlerdi. Dolayısıyla Kur’ân’ı söküp Arapça harfleri öğrenmeye başlamamdan itibaren onları okumayı tecrübe etmiş ve okuyabilir olmak bana gurur vermişti. O zamanlar okumaya paralel olarak Türkçeyi bu yazıyla yazmaya da heveslenmiştim. Bir defasında aynı hevesle bazı kelimeleri yazdığımı; meselâ Ankara kelimesini ilkokula giden bir çocuğun idraki çerçevesinde ayın ve kef harfleriyle yazdığımı, dedem elif ve kafla yazmam gerektiğini söyleyince bir türlü kabullenemediğimi hatırlıyorum.

Dedem, yazı değiştirilmeden önce ilk mektepten mezun olan son nesildendi. Ancak o neslin münevver olanlarından değil, üç yıllık tek sınıflı bir köy mektebinden mezun olanlarındandı. Arkadaşlarıyla oturdukları meclislerde zaman zaman mektep hâtıraları da mevzu olur, dinlerdim. Sınıfta mevcut tek «coğrâfiye» kitabının okumakta güçlük çeken bir arkadaşları tarafından kızgınlıkla tuvalete atılması, teneffüsün ne olduğunu bilmeyip müfettiş geldiğinde hocanın işmarlarıyla teneffüse çıkmaları, mektep arkadaşlarından Recep Dayı’nın falakaya yatırılması hâlinde acı duymamak için mest içine kül doldurması ve hocanın tabanlarına vurması üzerine bütün sınıfın toz içinde kalması… bu hâtıralardan aklımda kalanlardır. O zamanki eğitim anlayışını ve imkân(sızlık)ları gösteren bu hâdiseleri, çocukluğumda henüz ayakta olan mektep binası da teyit ediyordu. Bizim evimizin hemen karşısında cami önünde yer alan bu küçük toprak bina, sonradan yıkılarak arsası cami avlusuna katıldı.

Orta Anadolu’nun ücrâ bir köyünde kıt imkânlar içindeki bir ilk mektepte geçen ve Ömer Seyfettin’in Falaka hikâyesini hatırlatan bu yanlış uygulamalara bakarak o zamanki bütün mekteplerin böyle olduğu zehâbına kapılmamalıdır. Tatbikatta aksamalar olsa da değişik eğitim nazariyelerini hayata geçirme gayreti o zaman da vardı. Nitekim lise yıllarımda iken elime geçen müstensihi meçhul bir defterde yer alan kayıtlar bu tür nazariyeleri muhtevî idi. Muhtemelen o zamanki Dâru’l-Muallimîn (Öğretmen Okulu) veya Dâru’l-Muallimât (Kız Öğretmen Okulu) talebelerinden birine ait olan bu defter; yazının öğretilmesine harflerle değil, cümlelerin okutulmasıyla, yani şu an «fiş usûlü» denilen usûlle başlanmasını tavsiye ediyordu. Ancak o devrin eğitiminin -iddia edilenin aksine- bütünüyle yanlış olduğunu tekzip eden en büyük delil, yazı değişmeden önce okumaya başlayan münevverlerimizle diğerleri arasındaki farklılıktır. Bu itibarla yazı inkılâbının yapıldığı 1928 güzü, Türk eğitim ve kültür tarihi bakımından büyük bir milâttır. Bu tarihten önce yetişmiş bir Necip Fazıl, bir Nazım Hikmet veya bir Kemal Tahir’le daha sonra yetişmiş olan aydınlar arasında katiyyen farklılık vardır. Evet; yazı, konuşulan dildeki seslerin sembollerinden ibarettir ve sembollerin değişmesinin bir farklılık oluşturmayacağı beklenir, ancak vaziyet, göründüğü kadar basit değildir. Çünkü yazı, aynı zamanda asırlar boyunca tekâmül etmiş zengin bir irfanın ve ona dayalı muazzam bir mirasın anahtarıdır. Yazının değişmesiyle ne yazık ki biz o anahtarı kaybettik. Bunun ispatı, milâttan önce yetişen nesille sonradan yetişen neslin ortaya koyduğu mahsûllerdir.

Eski yazıyla yetişen nesil büyük ölçüde 70’li yıllarda tükendi. 80, hele hele 90 ve sonrasına ulaşanları pek azdır. Faruk Nafiz 1973’te, Mâhir İZ Hoca 1974’te, Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU ve Ârif Nihat ASYA 1978’de, Necip Fazıl 1983’te vefat etti. «Netekim»li yıllardı. «Netekim Paşa»nın kendisi de eski yazıyla okumaya başlayanlardandı ve reîs-i cumhur olduktan sonra bir keresinde -hatırladığım kadarıyla- şahsî notlarını eski yazıyla tuttuğunu, çünkü daha pratik olduğunu söylemişti. O öyle söylerken ihtilâl olduğu günlerde rahmetli dedemin babama;

“Aman oğlum! Eskimez yazılı kitapları kaldıralım, ne olur ne olmaz!..” yolunda îkazlarda bulunduğunu hatırlıyorum. Bu nasıl bir korkuydu?

Eski yazıyla yetişen münevver neslin tükenişiyle İstanbul’un giderek kalabalıklaşıp 5 milyonu aşan karışık bir şehir hâline gelişinin aynı devre denk gelişi de talihin garip cilvelerindendir. İstanbul Türkçesinin onların gidişiyle birlikte önemli temsilcilerini kaybettiği şüphesizdir.

Osmanlı devri; köhne, yobaz, geri ve çürümüş bir devir olarak takdim edilirken; eski yazı da «Osmanlıca» denilerek Türkçeden ayrıştırıldı. Hattâ Osmanlı devrinde münevverlerin Türkçe yazmadığı, Arapça ve Farsça yazdıkları yazılıp söylendi. O devirde nazımda ve nesirde ağdalı bir dilin kullanıldığı çağlar ve o anlayışta Sebk-i Hindî, Servet-i Fünûn vs. gibi edebî cereyanlar elbette olmuştur. Ancak ortaya konulan bütün eserler öyle değildir. Farz-ı muhal öyle olsa bile; Türkçeyi resmî dil yapan yegâne Türk devleti olan Osmanlı Devleti’nin Türkçe konusunda bu kadar tenkit edilmesi, Türkçeyi ihmal etmekle suçlanması, en hafif tabirle haksızlıktır. İslâm’la ilk tanışma faslında Orta Asya’da kurulmuş olan Karahanlılar hariç, Osmanlı Devleti öncesindeki belli başlı bütün Türk devletlerinde resmî dil ya Farsça ya Arapçadır. Selçukluların, Hârizmşahların resmî dili Farsçadır. Memlûklerin resmî dili Arapçadır. Hâl böyleyken Osmanlı Devleti’nin Türkçeyi resmî dil olarak kullanmasına Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçeyle ilgili fermanına gösterilen ehemmiyet kadar ihtimam gösterilmesi, asgarî hakkāniyet gereğidir.