ANNE OLMAK

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz ay, Mayıs ayıydı ve her yıl olduğu gibi küçük ev âletlerinin ve büyük beden bayan kıyafetlerinin bol bol satıldığı bir aydı. Bir pazarlama stratejisi olarak, annelere dair duygu uyandıran reklâm filmleri döndü durdu. Bu satışların belki ekonomiye canlılık getirdiği düşünülüyordur ama, herhâlde hiç kimse anneliğe rağbeti artırmasını beklemiyordur.

Son yıllarda ülkemizde de çocuk sayısının azaldığı, Avrupa ortalaması kadar olmasa da nüfus durağanlığına dair tehlike sinyallerinin çalmaya başladığı biliniyor. Cumhurbaşkanımızın; «En az üç çocuk…» çağrısı yaptığı zamandan bu yana hukukî olarak birçok tedbirlere de başvuruldu. Meselâ çalışan annelere haklar getirildi, torununa bakan büyükannelere maaş gündeme geldi. Bu arada çalışmayan annelerin çocuk sayısının da pek o kadar yüksek olmadığı bir sır değil.

Batıda çocuk dünyaya getiren annelere ciddî yardımlar yapılıyor. Ama bu durum; bazı hayatta hiçbir sahada dikiş tutturamamış, psikolojik problemleri ve bilhassa alkolizm problemi olan kadınların çocuk yardımı almak için rastgele bir şekilde çocuk peydahlamasını da beraberinde getiriyor. Elbette ihmal ve kötü muameleye uğradığı zaman bu çocuklar; sosyal hizmetler tarafından annelerden alınıyor, onlara ebeveynlik yapabilecek ailelere veriliyor. Ebeveyn ve aile kelimelerini kullanıyoruz ama tabiî batıda çok farklı «çiftler» çocuk evlât edinebiliyor.

Ülkemizde hâlâ evlilikten, annelikten şiddetle kaçan büyük bir güruh yok hamdolsun. Ama eskisi gibi çok çocuklu geniş ailelere daha az rastlanıyor. Peki bu durumun altında yatan sebep ne?

Belki ilk akla gelen cevaplar, büsbütün yabana atılamaz. Artık insanlar; ister kadın olsun, ister erkek olsun, evlât zahmeti çekmek istemiyor. Bazı ailelerde kadınlar;

“Aman bunları büyütünceye kadar ne çektim, yeter! Allah isteyenlere versin!” deyip kestirip atıyor bazı ailelerde de beyler;

“Küçükken sevmesi güzel de, geleceği ne olacak?” diyor.

Bunları maddiyatçılık, rahata kaçmak diye yorumlayabiliriz. Doğrudur da… Ama biraz da meseleye şu pencereden bakmamız gerekmez mi? Bugün bir anne, çocuğuna yıllarca emek veriyor. Peki birileri çıkıp bu evlâdı üç-beş kuruş kazanç uğruna uyuşturucuya alıştırırsa, suç çetelerine, fuhşiyata vs. tehlikelere çekerse; o anne, kimden hesap sorabiliyor? Kimin yakasına yapışabiliyor?

“İşte; «Çocuk dünyaya getir, annelik vazifeni yap!» dediniz. Yaptım. Peki siz benim çocuğumu korudunuz mu? Ben bunun için mi çektim onca emeği?” diye kime lâf anlatabilir?!

Avrupalılar; idam cezası bahsi geçince, hop oturup hop kalkıyor. Hak edene verilmeyen bir ceza; mağdur olanların yüreğini, kalan ömrü boyunca yakıp kavuruyor.

Çocukları dağa götürülen, yıllarca haber alamayan, sonunda acı haberini alıp yıkılan annelere; Avrupalı diplomatlar mı hesap verecek?

Terör, suç ve fuhuş örgütleriyle tesirli bir şekilde mücadele edilmezse; çocuklarımıza musallat olanların elleri kırılmazsa; anneler ne diye emek çeksin?

İşin doğrusu bu hâllere düşen çocuklarımızın birçoğu; tam da istediğimiz gibi, Allâh’a tevekkül etmiş, çok çocuk dünyaya getirmiş annelerin evlâtları. Ekonomik şartları sebebiyle, İstanbul’un yoksul mahallelerinde oturan, daha iyi bir muhit seçme imkânına sahip olmayan ana-babalar bunlar.

Anne, çocuğunun okul durumunu takip edebilecek ve ödevlerini yapmasına yardım edebilecek eğitim seviyesine sahip değil. Hattâ belki çocuğun eve döndüğü saatte evde bile değil. Bunlar; çocuklarına biraz daha iyi bakabilmek için merdiven silmeye, ev temizliğine, iş yerlerinde yemek yapmaya giden annelerin çocukları.

Çocuk okulda anlatılan derse dikkatini veremiyor. Belki kendisinden kaynaklanan sebepler de var ama kendi elinde olmayan sebepler de az değil. Meselâ öğretmene;

“Anlattığınız konuyu anlayamadım, biraz daha açıklar mısınız?” diye soramıyor.

Muhtemelen cesaret edip sorsa; öğretmen onun kılığını kıyafetini şöyle bir tepeden tırnağa süzecek, belki sîmâsını ve şîvesini bile küçümseyecek;

“İyi dinleseydin anlardın, dersi kaynatma!” diye azarlayacak…

Zaten çocuk kendini aşağı hissediyor, üzerindeki o aşağılanmayı silkeleyip atacak bir gücü yok. Ona ümit aşılayan, el uzatan, hayaller kurmasını ve bunlar için çaba sarf etmesini sağlayan kimse yok. İçinde yetiştiği muhitte ona ilham verecek pek kimse yok. Olsa da aralarında bir iletişimsizlik, ilgisizlik var.

Hacı amcalar, her gün evlerinden çıkıp camiye giderken; saçlarını tuhaf bir şekilde tıraş ettirmiş, ayağında kırmızı spor ayakkabı, sırtında kapüşon olan bu gençlik grubuna yan yan bakıp geçiyor. Onlardan bir şey bekleyemeyiz. Zaten, bir şey yapmaya çalışsalar da belki bu grup onları dinlemez. Ama onlar için birileri bir şeyler yapmalı…

O anneler, çocuklarını tehlikelerden koruyabilecek güce ve imkâna sahip değil. O annelerin birçoğu o tehlikelerden haberdar da değil. Nasıl koruyacağını hiç bilmiyor. Belki onların okuldan sonra eve gelmesini bile sağlayamıyor.

Belki çocuğunun yüreğinde kopan fırtınaları anlamıyor. O çocuklar zaten anne-babalarının toplumun en alt katmanında olan, küçük görülen kişiler olduğunu görebiliyorlar. Bunun da tesiriyle onların nasihatleri çocuk üzerinde pek de etkili olmuyor. Çocuk da hissettiği bu kötü duyguları biraz olsun dindirmekten öte bir şey düşünebilecek durumda değil. Ona kim, neyi uzatırsa; «Hayır!» diyemeyecek bir hâle düşmüş…

Annelik, batıda boş yere kaçınılan bir durum hâline gelmedi. Bir batılı anneyi düşünün, evliliğine güvenemiyor. Kocasının onu bir başkası için terk etmesi an meselesi. Evlilikte sadâkati koruyan hiçbir tedbir yok. Aksine; tesettürsüzlük, ihtilât, ahlâkî zâfiyet, hazzı yücelten bir kültür empozesi, sabretmeyi teşvik eden bir âhiret inancının eksikliği… Kısacası; yıkıcı her şey var, koruyucu hiçbir şey yok.

Birçok kadın, sırf damarlarında dolaşan annelik duygusunun önüne geçemediği için;

“Yürüse de yürümese de, en azından bir çocuk sahibi olurum…” diye evlilik yapıyor. Belki ekonomik güvencesi olmasa onu da yapmaz ama;

“Nasıl olsa yalnız da kalsam bakabilirim.” diye bir çocuk dünyaya getiriyor. Maksat annelik hevesini alsın…

Bu kafa yapısıyla dünyaya getirilen bir çocuk, el bebek gül bebek büyütülüyor. Ne isterse alınıyor, devamlı eğlenceli yerlere götürülüyor, sıkılmadan eğitim görmesi için her şey yapılıyor… “Aman psikolojisi bozulmasın!” diye terbiye verilmiyor, ama nedense çocuğun psikolojisi fena hâlde bozuluyor. O kadar ki çocuk azıcık isteklerine mâni olan her şeye düşman oluyor. Kural tanımıyor, saygı nedir bilmiyor, aklına eseni yapıyor. Ve psikolojik danışmanlar parmağını anneye uzatıyor:

“Bu senin hatan!”

Freud’un psikanaliz yöntemiyle her problemin kaynağını çocukluğa inerek çözme anlayışı yüzünden; batıda, anneler haksız olarak çok fazla suçlandı. Benzeri ülkemizde de yaşanıyor. Meselâ korkunç bir cinayet işlenmiş. İster kadına karşı işlensin, ister erkeğe karşı fark etmez; canavarca bir suç. Ama biraz da feministlerin cinsiyetçi kelimeler kullanmasına karşı alınganlık sebebiyle bazı erkekler hemen savunma psikolojisine geçiyor;

“O katili yetiştiren annenin hiç mi suçu yok?” diyorlar.

Hâlbuki bizim inancımıza göre suç şahsîdir. İnsanda nefis diye bir realite de var, akıl ve irade diye bir cevher de var. Her insan içinde yetiştiği şartlardan etkilenir, ama son noktada iyiliği veya kötülüğü kendisi seçer. Velev ki kötü şartlarda yetişmişse bunun da suçu annenin omuzlarına yıkılmamalı. Çünkü velev ki hatalı da olsa onu eğitip yetiştirmek de yine bütün cemiyetin ve bilhassa imkânı olanların mes’ûliyeti…

Dünyada dengesizlikler arttıkça en çok aileler tesir altında kalıyor. Bir uçta çok çocuklu, sosyo-ekonomik seviyesi düşük anne; diğer uçta az çocuklu, sosyo-ekonomik seviyesi yüksek anne. Ama ikisi de çocuğuyla ilgili sıkıntı yaşıyor. Ve ne yazık ki içinde yaşadığımız uçurumlar çağında bu manzaralar hızla yaygınlaşıyor. Aralarında birkaç yüz metre bile olmayan evlerin birinde ifrat, diğerinde tefrit… Bu meseleler; annelerin kendi başlarına çözebileceği meseleler değil, onlara maddî-mânevî uygun şartları hazırlamak, gücü yeten herkesin mes’ûliyeti…

Hazret-i Ali’nin meşhur sözünü uyarlayarak söyleyecek olursak;

“Anneleri, içinde çocuk yetiştireceği çağa uygun bir donanımla yetiştirmeliyiz.”

Ve onlara, dolapları fuzulî yere işgal eden ıvır zıvır hediye almak yerine;

“İyi ki evlât yetiştirmişim, çektiğim zahmete değmiş.” dedirecek şekilde evlâtlık yapmalıyız.