KİTABIN DİLİ OLSA
YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN demircan@istanbul.edu.tr
Güzel bir ilkbahar sabahı; yaptığım araştırma için, Üsküdar’daki Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ne gitmiştim.
Havanın güneşli olmasına rağmen, hoş bir loşlukta olan kütüphanede iki kişi vardı.
Selâmlaştık.
Kütüphanedekilerden biri; sonradan öğrendiğime göre, emekli deniz albayı olan Senai Bey idi. Uzun zamandır üzerinde çalıştığı, eski haritalarla ilgili araştırması için buraya gelirmiş. Daha sonra kendisi ile sık sık bir araya geldik.
Diğer kişi ise kütüphanenin idarecisi olan güler yüzlü bir bey idi, ben içeri girince yanıma geldi. Tanıştık ve muhabbet etmeye başladık.
Aslında kütüphanenin olduğu yerin büyük bir külliye olduğunu, ancak zamanla içerisinde sadece Hacı Selim Ağa’nın hazîresinin bulunduğu küçük bir bahçe ile kütüphane binasının kaldığını, ondan öğrendim.
Kütüphanedeki kitapların çoğunun el yazması olduğunu; bunların bir kısmının tekke ve zâviyelerin kapatıldığı yıllarda Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin âsitânesinde bulunan, çoğu bakımsızlıktan heder olan kitaplardan oluştuğunu, bu kitapların oldukça kötü şartlarda çeşitli yerlere dağıtıldığını, bir kısmının ise bu kütüphaneye getirildiğini anlattı.
Bir ara içeri gidip el yazması bir eserle geri döndü;
“Bakın bu kitap da onlardan biri.” dedi.
Kitabı bana doğru uzattı. İlk defa el yazması bir kitabı elime alıyordum ve oldukça heyecanlanmıştım. Cildiyle, tezhipleriyle, hatlarıyla, şîrâzesiyle uzun, yorucu ve özenli bir çalışmanın ürünü olan bu eseri elimde tutmak bile, beni bir hayli duygulandırmıştı. Kitap; cildinin renginin değişmesine rağmen hâlâ sağlamdı, ancak kapağını kaldırdığımda gözlerime inanamadım. Sayfalar kitap kurtları tarafından dört bir tarafından kemirilmiş, bir bisküvi gibi yenmişti; ancak işin enteresan yanı, kitap kurtları yazıların olduğu bölüme ilişmemişlerdi.
Kütüphanenin idarecisi olan ağabey bir taraftan;
“Hocam; bu eserler sizlerin ilgisini, tercümesini bekliyor…” derken,
Bir taraftan da kemirilmiş sayfaları gösteriyor ve;
“Bakın hocam şu Allâh’ın işine.” diyordu.
Ben ise bir taraftan onu dinliyor, bir taraftan iki elimin arasında tuttuğum kitabı okşuyordum ki; bir an ellerimi gevşetince rastgele bir sayfası açıldı.
Açılan sayfada elle ile çizilmiş bir çiçek resmi vardı. Resmin altında; «Ranunculus Asiaticus» yazıyor onun yanında da Osmanlı Türkçesiyle «Düğün Çiçeği» yazıyordu. Eğitimim gereği; Lâtinceye âşinâ olduğum için, resmi çizilen bu bitkinin ismi aklımda kaldı. Daha sonra kütüphanedeki ağabey ile de hemfikir olduk ki, bu bir botanik yani bitki bilimi kitabı idi.
Yıllar sonra; mensubu olduğum tıp fakültesinin deontoloji ve tıp tarihi bölümünün dergisini karıştırırken; «Kebîkec» isimli bir makale dikkatimi çekti, okumaya başladım.
Her şeyden önce, «kebîkec»in ne olduğu sorusunu cevaplandırmak gerekmektedir. Gerçekten bir bitki midir, bir müvekkel melek mi, cin mi, yoksa Hint mitolojisinden alınmış ilâhî bir öğe mi?
İslâm dünyasındaki yazmaların enteresan özelliklerinden birisi de, müstensihler ve kitap sahipleri tarafından yazmalara düşülen notlardır. Bu notlar arasında duâlar ve efsunlu olduğuna inanılan formüller yer alır. Bunlardan belki de en enteresanı; yazmanın ilk, bazen de son varağına düşülen esrarlı «kebîkec» kelimesidir. Bu kelime çoğu zaman Arapça «yâ» ön ekiyle beraber kullanılarak müşahhaslaştırılır. Bazen bir kaç defa tekrarlanarak; «Yâ kebîkec, yâ kebîkec, yâ kebîkec!..», bazen cümle içinde; «Yâ kebîkec ihfazi’l-varak!: Ey kebîkec kâğıdı koru!» şeklinde, çoğu zaman ise, hâfız (koruyucu) kelimesi ile beraber; «Yâ kebîkec yâ hâfız!» şeklinde kullanılır.
Elyazması eserlerle sürekli içli dışlı olan ve alanında uzman sayılabilecek bir isim, Süleymaniye Kütüphanesi Müdür Yardımcısı Sayın Emir EŞ şunları kaydeder:
“Bugüne kadar elimden geçen yaklaşık 50.000 cilt eser içinde; zaman zaman kebîkec lâfzına, hattâ bazen kitabın içine konulmuş ve kurutulmuş çiçek parçalarına rastladım.
İlk sayfasında genellikle kebîkec yazan kitaplarda kurt yeniği olmadığını gördüm; olanlarda da kurt yeniği görülmesi üzerine birilerinin sonradan bu kelimeyi oraya eklediği sonucuna vardım.”
Diğer yandan Farsça bir lügat olan «Lügat-i Burhân-ı Kâtıʻ»da «kebîkec»in, düğün çiçeği (ranunculus asiaticus), «kurbağa otu» ve «mastara çiçeği» diye geçmesi, bazı Osmanlıca sözlüklerde de «düğün çiçeği» diye tanımlanması, bir gerçeği ortaya çıkarıyor.
Esasen antifungal ve/veya pestisit özellikleri bulunan bir çiçek olan kebîkec, kitapların arasına konur ve haşerâtın zarar vermesi engellenirdi. Zamanla kebîkec bitkisini ezip, suyu ile kitap kapaklarına; «Meded yâ Kebîkec!» yazarak bu işi daha estetik hâle getiren hattatlar da çıkmaya başladı. Derken bir zaman geldi ki, düğün çiçeği kebîkecin kendisi değil de, zehirli suyundan yazılmış ismi konuldu kitapların başına bir muska gibi. Nihayet bu işin aslı unutuldu. Kebîkec bitkisi unutulunca; artık kitaplara sadece bu isim, hem de herhangi bir mürekkeple yazılmaya başlandı. Böylece kebîkec ismi, tılsımlı ve efsunlu bir hâl aldı. Ve bu; «zehirli düğün çiçeği», «sihirli haşere meleği» oldu çıktı.
Batı dünyasında da müslüman tıp ve botanik bilginlerinin kebîkec diye bildiği bitki, Yunan ve Romalıların ranunculus diye bildikleri düğün çiçeğigillerden (ranunculacea) ranunculus asiaticus L. türü bir bitkidir.
Öyle görünüyor ki; doğu kültüründe aynı zamanda mistik bir mânâ ihtivâ eden kebîkec, batıya geldikçe sadece tıbbî ve farmasotik (eczacılık kimyası) bir kimliğe bürünerek droglaşmıştır. (Bitkilerin kurutularak işlenmesi sonucu elde edilen ilâç hammaddesi)*
Bu makaleyi okuduktan sonra o kitabı yeniden görmek için Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ne gittim. Ancak o görevli ağabey değişmişti, tabiî o kitabı da bulamadık.
Yeni görevli;
“Keşke barkod numarasını alsaydınız hocam.” dedi.
Evet, o el yazması kitap sanki kendisine gösterilen ilgiye karşılık verir gibi bize bir işaret yollamıştı. Ah bir de dili olsaydı daha neler anlatacaktı kim bilir? Bunu da ancak o kitapları okuyarak, onlara gerekli değeri vererek anlayabiliriz sanıyorum.
Sağlıcakla kalın…
_____________________
* Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları Dergisi. 2006, 2007, 2008, 2009.