Düşmanların Düşmanlıkları
YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
İmtihanlar, musîbetler, acılar ve sıkıntılar; ne kadar dayanılmaz olsa da hayat devam ediyordu.
Peygamberimiz -aleyhisselâm-; öncelikli olarak kavminin, sonra da bütün insanlığın hidâyete yönelmesi için, en zor zamanlarında bile davete devam ediyordu.
İşte böyle çok zor bir zamanda yine halkı İslâm’a davet ederken; Kureyş müşriklerinin beyinsizlerinden bir beyinsiz çıkıp, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın önünü kesti! Sıradan bir insana değil, zavallı bir köleye bile söylenemeyecek çirkin sözlerle hakaret etti. Bununla da yetinmeyen bu nasipsiz insan bozuntusu; o mübârek nur başa, toz-toprak saçtı! Bu kadar ileri giden biriyle muhatap olmayan Peygamberimiz -aleyhisselâm-; üstü-başı toza-toprağa bulanmış bir hâlde evine döndü!
Allah Rasûlü babalarının eve bu şekilde döndüğünü gören Hazret-i Ümmü Gülsüm ile Hazret-i Fâtıma-i Zehra bir anda şaşırıp kaldılar. Hemen sonra da fırlayıp sevgili babalarının üstünü, başını temizlemeye başladılar. Bir yandan da kendilerini tutamayıp ağlıyorlardı.
Rasûlullah -aleyhisselâm-, bu durumda bile sevgili kızlarını teselli ediyordu:
–Ağlamayın kızlarım! Muhakkak ki, Allah sizin babanızı koruyacaktır!1
Mekke’nin önde gelenlerinden oldukları hâlde, şirk ve isyan bataklığında bocalayan çok müşrik vardı. Bunların düşmanlığı, diğer düşmanlardan daha düşmancaydı!
Übeyy bin Halef nasipsizi ile Ukbe bin Ebû Muayt nasipsizi, birbirlerinin sıkı dostu idiler. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına bazen giden Ukbe’nin, O’nun konuştuklarını dinlediği olurdu. Ukbe’nin bu hareketi Übeyy bin Halef’e anlatılınca, Übeyy kızarak Ukbe’ye çıkıştı:
–İşittim ki; sen Muhammed ile birlikte oturup, konuşmasını dinliyormuşsun!
–Evet, ama ne var ki bunda?
–Bir daha O’nunla oturur, söylediklerini dinlersen aramız açılır!
–Ne yapmamı istiyorsun öyleyse?
–O’nu yanına gidip dinlemek için değil, O’nun yüzüne tükürmek için gideceksin!
–İşte bunu çok iyi yaparım ben!
–Yapacaksın tabiî! O’nun yanına gidip, eğer O’nun yüzüne tükürmezsen; yeminim olsun ki, seninle bir daha hiç konuşmayacağım!
–Ben de yeminle söylüyorum ki, gidip O’nun yüzüne tüküreceğim!
Öfkeyle yerinden kalkan Ukbe bin Ebû Muayt nasipsizi, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına varıp, Übeyy bin Halef’in dediği gibi yaptı!2
Ukbe ile Übeyy nasipsizleri hakkında yüce Allah -celle celâlühû-, indirdiği âyetlerde şöyle buyurdu:
“O gün (kıyâmet günü), (her) zalim, (nedâmetle) iki elini ısırarak;
«Ne olurdu…» diyecek; «Ben O Rasûl’ün yanında (bulunup, Allâh’a) bir yol edineydim!
Ne yazık bana! Keşke filânı dost tutmayaydım!
Andolsun ki, beni zikirden -o bana geldikten sonra- saptıran odur.
Şeytan, insanı -başına bir belâ gelince- yapayalnız ve yardımsız bırakandır!»” (el-Furkān, 25/27-29)
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; şahit olduğu elîm bir olayı, gözlerinden yaşlar akarak şöyle anlatıyor:
Rasûlullah -aleyhisselâm-; bir gün, Kâbe’yi tavaf ediyordu. O sırada Kâbe’nin Hicr mevkiinde de; Ukbe bin Ebû Muayt, Amr bin Hişâm (Ebû Cehil) ve Ümeyye bin Halef oturuyordu. Rasûlullah -aleyhisselâm- onların hizasından geçerken, O’na, hoşlanmayacağı bazı lâflar attılar. Rasûlullâh’ın bu lâflardan hoşlanmayıp incindiği, yüzünden belli olmaktaydı. Yanında en yakın arkadaşı Ebûbekir de vardı. O’na kötü sözler söylenince, ben de hemen yanlarına vardım. Rasûlullâh’ı, ikimiz aramıza aldık. Rasûlullah ile el ele tutuşup, parmaklarımızı da birbirine geçirdik. Bütün tavafları böylece, yani el tutuşarak yaptık…
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; bu olayı anlattıktan sonra, devamında yaşananları da dile getirmişti:
Rasûlullah -aleyhisselâm-; tavaf esnasında Ebû Cehil nasipsizi ve arkadaşlarının hizasına geldiği zaman, iyice azgınlaşan bu hâinler sürekli lâf dokunduruyorlardı:
–Yeminle söylüyoruz ki, Sen’inle asla barışmayacağız, düşmanlığımız her geçen gün daha da artacak!
Peygamberimiz -aleyhisselâm- da onlara cevap veriyordu:
–Benim de öyle!3
Tavaflar sürdükçe, sürtüşmenin her seferinde dozu da artıyordu! Dördüncü şavta girdiklerinde, Ebû Cehil hâini birden yerinden sıçradı ve Rasûlullâh’ın yakasını tutmak istedi! O nasipsiz böyle çirkin bir harekete kalkışınca, sertçe itilip yere düşürüldü!
Hazret-i Osman çevredekileri kontrol altında tutarken; Rasûlullah -aleyhisselâm- Ukbe bin Ebû Muayt’ı, Hazret-i Ebûbekir de Ümeyye bin Halef’i def etti. Bu hâinler başlarından dağılınca; Rasûlullah -aleyhisselâm- ayakta durarak, onlara döndü:
–Vallâhi, üzerinize âcil azap ininceye kadar siz bundan vazgeçmeyeceksiniz! Sizler, Allah Rasûlü için, ne kötü kavimsiniz!4
Nasipsizlerin suratlarına böyle haykıran Rasûlullah -aleyhisselâm-, sonra da hemen evine döndü. Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Osman da; kendisini evine kadar takip ederek, O’nunla beraber gittiler. Kapısının önünde duran Rasûlullah -aleyhisselâm-, bu sefer de yanındakilere yöneldi:
–Sevinin ki, hiç şüphesiz, yüce Allah dînini açıklayacak, üstün kılacak; Rasûlü’ne yardım edecektir! Şu gördüğünüz kişiler, yüce Allâh’ın sizin ellerinizle tez vakitte boğazlayacağı kimselerdendir!5
Bütün bunları anlatan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, en sonunda sözlerini bağladı:
–Vallâhi, ben onları yüce Allâh’ın bizim ellerimizle boğazladığını gördüm!6
Mahzûm oğullarından Ebû Cehil ile Velîd bin Muğîre ve üçüncü bir arkadaşları, Rasûlullâh’ı öldürmeyi aralarında tasarladılar. O’nu öldürmeyi bekleyemeyen Ebû Cehil hâini, Rasûlullâh’ı namaz kılarken görürse, O’nun başını taşla ezeceğine yemin etti. Sağa-sola tehditler savurdu! Yine bir gün o böyle tehditler savururken; yanındakilerden biri, Kâbe’ye doğru gelmekte olan birini gösterdi:
–İşte, Muhammed orada!
–Nerede hani?
Yanındakiler; «İşte orada!» dedikçe, o da; «Hani nerede?» diye sorup duruyor, Rasûlullah yanlarına kadar geldiği hâlde bir türlü göremiyordu!7
Yine bir gün Rasûlullah -aleyhisselâm-, gelip Kâbe’nin yanında namaza durdu. Seslice okuyordu. O’nu böyle gören Mahzûm oğullarından bir grup; Ebû Cehil’in bir şey yapamadığını görünce, hemen Velîd bin Muğîre’ye koştular! O hâin de; Rasûlullâh’ı görünce, hemen saldırıp öldüreceğine dair yemin etmişti!
Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın Kâbe önünde namaza durduğunu haber alan Velîd nasipsizi, O’nu öldürmek için apar topar Kâbe’nin yanına geldi.
O sırada Rasûlullah -aleyhisselâm-, Kâbe’nin yanında namaz kılıp sesli Kur’ân okuyordu. Yanına kadar gelen Velîd; bir yandan deli gibi sağa-sola bakıp duruyor, bir yandan da öfkeyle bağırıyordu:
–Nerede hani, nerede? O’nu gördüğüm an öldüreceğim! Nerede hani?
Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanında olduğu hâlde, O’nu göremiyordu! Okuduğunu işitiyor, ama O’nu göremiyordu! Öfkesinden kudurmuş bir şekilde kendisi gibi nasipsizlerin yanına döndü. Artan bir öfkeyle konuştu:
–Bu nasıl bir iştir anlamadım! Sesini işittiğim hâlde, O’nu göremedim bir türlü!
–Sesi işitilen adam, görülmez miymiş?
–O kadar biliyorsan, git de kendin gör!
–Göreceğim elbet, görüp öldüreceğim O’nu!
Böyle söyleyen bir başka nasipsiz, eline kocaman bir taş alıp gitti. Çok geçmeden geri döndü! Nasipsizlerin yanına gelince, bir anda kafasının üzerine düşüp bayıldı. Başucuna üşüşerek zoraki ayılttılar. Hepsi telâşlanmıştı:
–Sana ne hâl oldu böyle?
–Sormayın, hiç sormayın! Çok korktum, çok!
–Ne oldu ki?
–Allâh’ın Rasûlü olduğunu söyleyen adamı taşla vurup öldürecektim! Fakat yanına varınca, bir anda ben öleceğim sandım! O’nu öldürmek için üzerine gidince; şimdiye kadar hiç görmediğim heybette bir adam gördüm ki, bana çok sert bakıyordu! Üstelik sadece adam değil, bir deve, kocaman bir deve gördüm!
–Bizim burası deve yatağı değil mi, be adam?
–Ama benim gördüğüm puğur* bir deveydi ki, beni ihtar edercesine başıyla beraber kulaklarını da sallıyordu! Ben, bu âna kadar, ondan daha iri bir puğur görmemiştim! Muhammed’i öldüreyim derken, nerede ise deve beni öldürecekti. O’nunla aramıza girmişti! Yemin ederim ki, eğer O’na biraz daha yaklaşsaydım, o beni muhakkak parçalardı!
–Sen korkudan ne dediğini bilmiyorsun! Şimdi hep beraber gidip O’nun işini bitirelim!
Yaşananlardan ibret alıp kendilerine gelecekleri yerde; daha çok azgınlaşan bu nasipsizler, hep beraber kalkıp, Rasûlullâh’ın namaz kıldığı yere gittiler. O kadar ki, O’nun okuduğu şeyleri de işitiyorlardı. Sese yaklaştıkları zaman, bu sefer ses arkadan gelmeye başladı! Arkadan geldiğini işittikleri yere doğru gidince, bu sefer de diğer taraftan gelmeye başladı! Ne yana döndülerse Rasûlullâh’ın okuduğu Kur’ân sesi o yandan geliyordu. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına bir türlü varamadılar.8
“İşte Biz; onların önlerinden bir set, arkalarından da bir set çektik. Böylece, onlar görmezler.” (Yâsîn, 36/9) meâlindeki âyetin, Ebû Cehil ve arkadaşlarınca, Rasûlullah -aleyhisselâm-’a karşı girişilen bu sûikast üzerine nâzil olduğu rivâyet edilir.
Düşmanlıkta sürekli aşırı giden müşriklerin ileri gelenlerinden bir grup; Kâbe’nin Hicr’inde toplanmışlar, O’nun hakkında ileri geri konuşuyorlardı!
–Muhammed’i görür görmez, hep birden, tek bir adamın kalkışı gibi kalkacak, O’nun üzerine yürüyeceğiz! O’nu öldürmedikçe de O’ndan ayrılmayacağız!
–Evet, hep beraber saldırıp öldüreceğiz!
Üst perdeden konuşup putları üzerine de yemin ettiler. Bu elîm hâdiseye şahit olan Hazret-i Fâtıma-i Zehra -radıyallâhu anhâ-, ağlayarak sevgili babasının yanına geldi. Hıçkırıklar arasında olanları anlattı. Sonra da korkunç bir cümleyle sözlerini bağladı:
–Şu Kureyşlilerin ileri gelenleri, Sen’in aleyhinde anlaştılar: Sen’i görünce, üzerine yürüyüp Sen’i öldürecekler!
Rasûlullah -aleyhisselâm-; sevgili kızına sevgiyle tebessüm ettikten sonra, onu rahatlattı:
–Ey kızcağızım!
–Buyur ey Allah Rasûlü babam!
–Bana abdest suyu getir!
–Hemen.
Rasûlullah -aleyhisselâm-, önce abdest aldı. Sonra da, Mescid-i Harâm’a, onların yanına vardı. Nasipsiz müşrikler Rasûlullâh’ı görünce, bir anda büyük bir korkuyla irkildiler!
–İşte O!
–Orada işte!
Korkunç bir darbe yemiş gibi, bir anda başlarını önlerine indirdiler! Öyle ki, çeneleri göğüslerinin üzerine düştü! Oturdukları yerlerden ne ilerleyebildiler, ne gerileyebildiler! Hattâ başlarını bile kaldırıp Rasûlullâh’a bakamadılar! İçlerinden hiçbirisi, kalkıp Rasûlullâh’ın üzerine yürüyemedi!
Rasûlullah -aleyhisselâm- da yanlarına kadar varıp tepelerine dikildi! Yerden bir avuç toprak aldı ve oradakilerin hepsinin yüzlerine saçtı:
–Yüzleriniz kara olsun!9
Bağırıp çağırarak ortalığı ayağa kaldıran bu nasipsizlerden hiçbir kimse yoktu ki; bu topraktan kendisine isabet etsin de, Bedir Savaşı’nda kâfir olarak öldürülmemiş olsun!
Düşmanlıklarının dozunu her geçen gün daha da artıran bu nasipsiz hâinler, -sözüm ona- korku salıyorlardı. İslâm’ın yayılış ve yaşanışını engellemek için, her şeylerini seferber etmişlerdi. Her sınırı aştıkları gibi, düşmanlıkta da sınır tanımayan düşman olmuşlardı.
Fakat onlar ne yaparlarsa yapsınlar, Peygamber Efendimiz; İslâm’ı yaymaya devam ediyordu.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
———————————–
1 İri, damızlık erkek deve, deve aygırı.
Ebû’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 134; İbn-i Haldun, Târih, c. 2, s. 10.
2 İbn-i İshâk-İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 387.
3 Ebû’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 188-189.
4 Halebî, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, c. 1, s. 472.
5 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megāzî ve’s-Siyer, c. 1, s. 103-104.
6 Ebû’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 188-189.
7 Taberî, Tefsîr, c. 22, s. 152; Ebû’l-Fidâ, Tefsîr, c. 3, s. 564.
8 Kurtubî, Tefsîr, c. 15, s. 7.
9 Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâilü’n-Nübüvve, c. 1, s. 192-193.