NASIL YALNIZLIK HİSSEDEBİLİRİM?
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Tebe-i tâbiînin ileri gelenlerinden; muhaddis, zâhid ve fakih Abdullah İbnü’l-Mübârek
736’da Merv’de doğdu. Babası Türk’tür.
İlk hocası Mervli âlim Rebî‘ bin Enes el-Horasânî’dir. İlim tahsili için zamanın ilim merkezlerinden olan; Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam ve Irak’a yolculuklar yaptı.
Yahyâ bin Maîn, onun kitaplarında yirmi binin üzerinde hadis bulunduğunu nakleder. Dört bin kişiden dinlediği hadîsin sadece bin tanesinden rivâyette bulunan İbnü’l-Mübârek’in; soğuk bir gecede, bir tek hadîs-i şerîfi yatsı namazından sabah ezanına kadar müzakere ettiği, hadîs-i şerifleri ve âlimlerin sözlerini derlemek için binlerce kilometre yol kat ettiği bildirilir.
Aynı zamanda devrinin önde gelen şairlerinden biri olan İbnü’l-Mübârek, 797 yılı Ramazan ayında Hit’te vefat etti. Kabri, Hit’tedir.
***
Evinde oturup hadisle meşgul olmayı çok seven İbnü’l-Mübârek’e;
“–Bu yalnızlıktan rahatsızlık duymuyor musun?” diye sorulduğunda;
“–Hazret-i Peygamber -sallâllahu aleyhi ve sellem- ve ashabıyla birlikte iken nasıl yalnızlık duyarım!” karşılığını vermiştir.
***
Ahmed İbn-i Ebi’l-Havârî’nin naklettiğine göre İbnü’l-Mübârek, kendisinden ilim öğrenmeye gelen Benû Haşim’den bir adamı ilim öğrenmeye ehil görmediği için onunla meşgul olmamış, adam ayrılıp gitmek istediğinde ise üzengisini tutmak üzere binitinin yanına kadar gelmiştir. Adamın;
“–Üzengimi tutuyorsun fakat bana hadis öğretmeyi uygun bulmuyorsun” demesi üzerine;
“–Ben bedenimi sizin için alçaltabilirim fakat sizin için hadîsi alçaltamam.” cevabını vermiştir. İbnü’l-Mübârek; ilim öğrenmede edebin ilk sırada yer aldığını, ilimden ziyade edebe muhtaç olduğumuzu ifade eder.
ADÂLETİN ŞÜKRÜ BU!
Son Selçuklu hükümdarı Ahmed Sencer, 5 Kasım 1086’da Sincar’da doğdu. Babası Sultan Melikşah’tır. Henüz altı yaşında iken babası Melikşah’ın ölümünün ardından hânedan mensupları arasında cereyan eden taht kavgaları sebebiyle yeterince eğitim alamadı. Ancak devlet idaresinde önemli tecrübeler edindiği, eğitim eksikliğini kabiliyet ve tecrübeleri sayesinde giderdiği söylenir.
Sultan Sencer’in hayatının ilk dönemi sultanlık tahtına oturmak için verdiği mücadeleyle geçmiştir. İkinci dönemde Selçuklu Devleti’ni güçlendirmek için yaptığı çalışmalar ve elde ettiği büyük zaferler yer alırken; saray mensuplarının ayak oyunlarıyla geçen son dönem, onun yaptığı hatalar sebebiyle Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla son bulmuştur.
İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-’in Sencer ile görüştüğü ve mektuplaştığı bilinmektedir.
Sultan Sencer, 6 Mayıs 1157 tarihinde vefat etti. Kabri, Merv’de yaptırdığı Dârü’l-Âhire denilen türbededir.
***
Sultan Sencer’in karşısına bir gün perişan kıyafetli bir derviş çıkıvermişti. Sultan’ın önüne geçip Allâh’ın bunca lütuf ve nimetlerine karşı şükretmesini hatırlatır ölçüde bir kaç cümle sarf etti. Sultan nasıl diye sorunca derviş aynı ciddiyet içinde ona şu maddeleri saydı:
1. Saltanatın şükrü, adâlettir. Bir hükümdar âdil olduğu nisbette değer kazanır.
2. Geniş bir mülkün şükrü; halkın malına, ırzına ve şerefine göz dikmemektir. Milletinin malına ve ırzına göz diken, onların haysiyet ve şerefiyle oynayan bir sultan; felâket çığırını açan bir bedbahttır.
3. Baş olmanın şükrü; halka inanarak hizmet etmek, onların huzurunu sağlamak ve haklarını korumaktır.
4. İkbal ve saâdetin şükrü; fakirlere acımak, kimsesizlerin elinden tutmaktır.
5. Beytü’l-mâlin zenginleşmesinin şükrü, onu sadece hak edenlere ve lüzumlu yerlere harcamaktır.
6. Kudret ve izzetin şükrü, zavallıları ve güçsüzleri yerine göre bağışlamaktır.
7. Güçlü bir orduya sahip olmanın şükrü; onların ezici kuvvetini milletin selâmeti, devletin bekāsı, din ve devlet düşmanlarının kahredilmesi yolunda kullanmaktır.
8. Ülkenin bayındır hâle gelmesinin şükrü; halkın sosyal haklarını gözetmek, iş sahasını genişletmektir.
9. İlim ve maarifin şükrü; ahlâklı, terbiyeli, bilgili bir nesil yetiştirmektir.
10. Beden ve ruh afiyetinin şükrü; günlük ibâdeti kusursuz yapmak, Allah adına konuşmak, O’nun adına alıp vermek, O’nun için sevmek ve sevmemektir.”
HEM HOCA HEM KOCA
Şair ve fikir adamı Necip Fazıl KISAKÜREK, 25 Mayıs 1905’te İstanbul’da doğdu. Çeşitli okullarda düzensiz bir öğrenim hayatı oldu. 1921’de İstanbul Dârü’l-Fünûn’un felsefe bölümüne yazıldıysa da bu öğrenimini de tamamlayamadan felsefe tahsili için Paris’e gitti.
1934 yılında kendi ifadesiyle «çocukluğunda ve gençliğinde masal gibi bir rüya ikliminden topladığı karanlık ve karışık haberlerin apaydınlık ve dümdüz gerçeğini verdiğine» inandığı Nakşibendî şeyhi Abdülhakim Arvâsî Hazretleri ile karşılaşmasından sonra eserlerinde dînî bir eğilim gözle görülür şekilde belirginleşti.
1942’den itibaren memuriyeti bırakıp geçimini yayıncılıktan sağlamaya başladı. 1943 yılında siyaset, fikir ve edebiyat dergisi Büyük Doğu’yu çıkardı. Üstad Necip Fazıl, 1950’de yine «Büyük Doğu Cemiyeti» adıyla bir cemiyet kurarak Anadolu’nun birçok şehrinde konferanslar verdi. Necip Fazıl KISAKÜREK, 25 Mayıs 1983’te Erenköy’deki evinde vefat etti. Kabri, Eyüp sırtındaki kabristandadır.
***
Nazım Hikmet Bursa hapishanesinde yatarken Necip Fazıl ona haber göndererek ziyaret edeceğini bildirir. Bir zamanlar eski dostu olan Nazım Hikmet; Necip Fazıl’ı sözleriyle müşkül duruma düşürmek maksadıyla birkaç gün ne yapacağını, nasıl zor duruma düşüreceğini düşünür. En nihayetinde bulur. Üstad geldiğinde Nazım Hikmet onu kapıda karşılar, ona doğru kollarını açarak;
“–Hoş geldin ah meleklerin hocası!” diyerek karşılar. Necip Fazıl da aynı anda;
“–Hoş bulduk Âsiye’nin kocası!” diye mukabelede bulunur.
Nazım Hikmet, Necip Fazıl’a «şeytan» îmâsında bulunurken o da Nazım Hikmet’e «firavun» demiş olur. Saniyelik düşünceyle irticâlen ve kâfiyeli verilen bu cevap; mü’minin olmazsa olmazı, basîret ve firâsetin bir misalidir.
YA NE DESEYDİ?
Dîvan şairi Hoca Neş’et Efendi, 1734’te Edirne’de doğdu. Asıl adı Süleyman’dır. Hac dönüşü Konya’da Mevlânâ’nın türbesini ziyaretleri sırasında Neş’et Efendiye, Ebûbekir Çelebi tarafından Mevlevî sikkesi giydirildi.
Hoca Neş’et; İstanbul’da öğrenimine devam ederken, Yâsînîzâde gibi devrin tanınmış hattatlarından nesih meşk etti. Dâyezâde kendisine; «Neş’et» mahlâsını verdi. Neş’et Efendi, 1754’te Sadrazam Koca Râgıb Paşa’yı ziyarete gelen Nakşibendî ve Mevlevî şeyhi Bursalı Mehmed Emin Efendi’nin tesirinde kalarak Nakşibendî tarîkatına intisâb etti.
1808’de İstanbul’da vefat eden Neş’et Efendi’nin kabri, Topkapı dışındaki Sakızağacı Mezarlığı’ndadır.
***
Hoca Neş’et Efendi bir gün ders esnasında Hallâc-ı Mansûr’un;
“Ene’l-Hak” demesinden bahis açıldığı sırada, birkaç sofunun;
“–Hiç Ene’l-Hak denir mi?” sözleri üzerine;
“–Ya ne desin? Ene’l-bâtıl mı desin?” diyerek mukabelede bulunmuştur.
***
Hoca Neş’et Efendi’nin Fatih’te Molla Gûrânî’de bulunan konağındaki Mesnevî-i şerif derslerine devam eden sûfîlerden biri;
“–Efendim! Fârîsî (Farsça) hakkında cehennem lisânıdır diyorlar. Öyle midir?” suâlini yöneltince, o da;
“–Eğer öyle dedikleri gibi ise yine öğrenmek lâzımdır. Zira nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Eğer cehenneme gider isek ehl-i cehennemin lisânını bilmemek de bir azâb-ı diğer olur.” şeklinde mukabele etmişti. (Şemsettin ŞEKER, Ders ile Sohbet Arasında)