ŞİKÂYET YOK! ÇARE VAR!
Dünyada böyle bir metot var. Hangi sahada olursa olsun, başarıya ulaşan insanlara; seminerler verdirirler, kitaplar yazdırırlar. Derler ki: «Başarının yollarını anlat da senden sonrakiler de istifade etsin.» Biz de hasbelkader ülkemizin sanayisinde bazı başarılara Rabbim’in izniyle nâil olduk. Bu sebeple bize de sık sık böyle davetler geliyor.
Dilimiz döndüğünce anlatıyoruz. Birçok makalemizde de bunlara temas ettik. Bu yazımızda bir başka tarafından başarının yollarına ışık tutalım:
Başarının basamaklarını sıralarsak; dürüst, çalışkan, emin, güvenilir olmak, yaptığı işi iyi yapmak, işini sevmek, tatlı sözlü güler yüzlü olmak, araştırmacı, girişimci olmak, öfkeli olmamak, şikâyetçi olmamak, sabırlı olmak, sebatlı olmak, öğrenmeyi bilmek, paylaşmayı bilmek, cömert olmak, ana-baba duâsı almak, kanaatkâr olmak.
Bunlar başarı için olmazsa olmaz meziyetlerdir. Allâh’ın yardımı, lutfu olmazsa hiçbir şey olmaz. Cenâb-ı Hakk’ın bu meziyetlere sahip îmanlı kimselere, bu dünyada vermezse de öbür tarafta mükâfatını vereceğini umuyoruz. Bu da başarılı olmaktır. Başarıyı hiçbir zaman kendimizden bilmemeli; onun Allâh’ın bir lutfu olduğunu unutmamalıyız.
Benim başarı basamağımın biri de; «şikâyet»i bırakışım oldu.
Sene 1958. Gaziantep’te Eyüpoğlu semtinde ayakkabı dükkânımız vardı. Ismarlama ve hazır yapardım. İki sene çalıştım. Yaptığım işi güzel yapardım. Memnun olmayan bir kişi çıkmazdı. Herkes memnundu. Ayakkabının müşterinin ayağına uygun, görünümü güzel olması için elimden geleni yapardım.
Ama gel görelim ki ben işimden memnun değildim.
Niçin mi?
Yaptığımın karşılığını alamıyor, para kazanamıyordum.
O çarşıda benim gibi çalışan 8-10 dükkân vardı, hepsi de ustalarımdı. Yaşça en küçükleri ben idim. Bunlarla benim dükkânda buluşur çay içer, sohbet ederdik. Oradakiler sürekli meslek aleyhine konuşurlardı:
“Ne kötü şansımız varmış…”
“Cenâb-ı Allah bizi niye ayakkabıcı halk etmiş…”
“Anamız bahtsız doğurmuş bizi…”
“Anam beni doğuracağına, çomruk doğursaydı daha iyiydi.” (Çomruk: Çok kullanılmasından dolayı aşırı derecede küçülmüş süpürge)
Biri;
“Şöyle şöyle olsa ben general olurdum.” der. Öteki;
“Ben profesör olurdum.” Bir başkası;
“Ben de şunu olurdum…” hep şikâyet.
Herkes bir havada fakat hepsi işinden şikâyetçi, hâlinden şikâyetçi.
Şikâyet… Şikâyet… Şikâyet…
Benim de bunları dinlemekten moralim bozulurdu, elim işe varmaz olurdu. Yemeğe giderim, işe dönmek istemem. İşi sevmemeye başladım.
“Benden öndekiler bu hâlde ise ben ne olacağım ki!” diye düşünmeye başladım. Yaptığım işi güzel yapıyorum ama işimi sevmiyorum.
Sonradan anlaşıldı ki, meğer kabahat bizdeymiş. Şöyle bir çarşıya çıktık dolaştık, İstanbul’a gidip-geldik ki… Herkes vızır vızır karınca gibi, arı gibi çalışıyor. Biz ise oturup birbirimizin moralini bozuyoruz. 1960 senesinde bu manzarayı görünce;
“Bugünden sonra şikâyet yok, çare var!” dedim.
Bu muvaffak olmanın, başarmanın da anahtarı oldu.
Başarının parolası:
Şikâyet yok, çare var!
Neden şikâyet ediyorsun? Hastalıktan mı? Doktora git efendi!
Orada şifâ bulamadıysan başka doktora git.
Sor, soruştur, araştır.
Fakat şikâyet edip oturma!
İşinden mi şikâyet ediyorsun, problemin nerede olduğunu araştır, çare ara… İmalâtta mı, satışta mı, personelde mi? Nerede iş aksıyor?
Eşinden mi şikâyet ediyorsun, otur, konuş. Olmadı büyüklere danış. Yahut güzelce sabret, huyuna alış, ama şikâyet etme!..
Sen kendi huyunda, kendi suyunda hiç kimseyi bulamazsın. Sen karşıdakinin huyuna alışmaya, benimsemeye çalış.
Bineğinden mi şikâyet ediyorsun? Şikâyetin çaresini bul. Onun için araştır.
Kanaatkâr ol, kendini üstün görme, kabahati kendinde ara.
Fakat ne yap yap, şikâyeti terk et!..
Mutlu olmaya çalış.
Çünkü;
Şikâyeti bırakmazsan; moralin bozulur, şikâyet ettiğin şeyi yahut kişiyi sevmemeye başlarsın. O zaman da hiçbir şey yapamazsın. İş yürümez, ev yürümez, müessese yürümez…
Kafan bozulur, strese girersin, sağlığın bozulur.
Önce işimizi sevmemiz lâzım. Ben 1960 senesinden itibaren «elhamdülillâh» şikâyeti terk ettim. Kimse ağzımdan şikâyet çıktığını duymamıştır. Ne işimden şikâyet, ne eşimden şikâyet, ne sıhhatimden şikâyet…
1960 yılından beri halkın şikâyet etmediği bir seneye de rastlamadım.
Cenâb-ı Allah da şikâyet etmememizi istiyor:
Şükür, bir bakıma şikâyeti terk etmek. Nimeti görmek. Daha kötüsünü düşünüp, Allâh’ın verdiğine vereceğine râzı olmak, hâlinden şikâyet etmemek.
Hadîs-i şerifte buyuruluyor:
“Sizden aşağıdakilere bakın, üstünüzde olanlara bakmayın. Böyle yapmak Allâh’ın verdiği nimetleri küçük görmemeniz için uygun olan tutumdur.” (Ebû Dâvûd, Zühd, 9)
«Allâh’ın verdiği nimetleri küçük görmemeniz için» buyurulmuş. İnsan maddî hususlarda kendisinden yukarıdakilere baktıkça kendi hâlinden hep şikâyet eder. Bu da nankörlük olur. Nankörlüğün zıddı ne? Şükretmek. Şükret ki, şikâyetten de kurtul.
Mevlâ’m şikâyet edeni sevmez. Sabredeni de cennetle mükâfatlandırır.
Şikâyet etmemek; problemlere râzı olmak, onları düzeltmemek, onları gidermek için çare aramamak değildir.
Şikâyeti terk ettiğin zaman; olumsuz düşünmediğin için, mevcut problemlere çare bulacak enerjiyi de bu moral sağlıyor insana.
Fakat bir de insanın elinde olmayan durumlar var. Çare bulamayacağı hâller var. Kaza var, hastalık var, nasip-kısmet, kader meselesi bunlar. Bunlara çare yok ama yine şikâyet etmezsen, bunları göğüslemek kolaylaşır, tahammül edebilmek, sabredebilmek kolaylaşır.
Çünkü dert var, dert var… Beterin beteri var, daha kötüsü var, daha daha kötüsü var. Daha kötüsünü düşünerek şükretmek lâzım. Eğer şükretmeyi öğrenemezsen şikâyetten kurtulamazsın. Şikâyet ettiğin müddetçe de huzura eremezsin.
Dînimizde de huzura ermedikçe gerçek kurtuluş yok. Huzura eren insanı Allah cennetine davet ediyor. Onların vasfı olarak, «râzı olmuş» buyuruyor. Yani şikâyet etmiyor, Allâh’ın verdiği kaderden hoşnut, râzı. Eğer böyle rızâ-yı ilâhîye ererse, Allah da kulundan râzı oluyor.
Şikâyetçilik, sızlanmalar, sabırsızlıklar ise Cenâb-ı Hak tarafından zemmediliyor. Âyet-i kerîmelerde buyuruluyor:
“Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.
Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. (Hemen şikâyete başlar.)
Ona imkân verildiğinde ise pinti (cimri) kesilir.” (el-Meâric, 19-21)
Şikâyetçilik insanı sevgisizliğe, moralsizliğe götürür. Moralsizlik de yanlış yaptırır. Artık sevmediği bir işi yapmanın bezginliği, isteksizliği içinde işini savsaklamaya başlar. Kalite ve kul hakkı umurunda olmaz. «Yap gitsin, ver gitsin…» demeye başlar.
Bir hâtıra daha paylaşayım:
İstanbul’da o zamanlar ayakkabılar için taban imal ediyoruz. Bir ayakkabıcıyla aramızda münakaşa çıktı. Diyor ki:
“–Biz ayakkabıyı ucuz satıyoruz, sen de tabanı ucuz yap da biz de alalım. Sen ucuz yapmıyorsun biz de senden almıyoruz. Bak arkadaşlık yapıyoruz ama malını almıyoruz.”
Ben;
“–Ucuz olursa kaliteli olmaz.” dedim.
“–Kalitesini kim neylesin. Sen ucuz yap da isterse on günde tabanı erisin!” dedi.
Dedim ki:
“–Böyle şey olur mu? İnsanlar ayakkabıyı on gün giymek için mi alıyor? Böyle düşünmeyin Allah’tan korkun! Kul hakkı var, ben böyle bir iş yapmam. Siz bildiğiniz yerden alın.”
“–Sen yap, ne yapacaksın! Müşterinin bir daha yüzüne mi bakacağız?” deyince, ben de;
“–Siz bu düşünceyle devam etmeyin, erir gidersiniz. Allâh’ın her şeyden haberi vardır.” dedim.
Aradan bir-iki sene geçti orada olan arkadaşlardan biri geldi dedi ki:
“–Sen; «Böyle yaparsanız sona erersiniz.» demiştin. Adamlar şimdi sona erdi, iflâs ettiler, hiçbir şeyleri kalmadı. Kabahati mesleğe atıyor, şikâyet ediyorlar.”
Böyle bir zihniyetle hiçbir şey olmuyor.
İşte bu; işini sevmemenin, bezginliğin, savsaklamanın karşılığı…
Maalesef bu hususta ülkemizin, insanımızın karnesi çok düzgün değil.
Bugün dünya piyasasını düşünelim. Bir mamul alacaksınız. Alman malı, Japon malı denilince, tereddüt etmezsiniz. Onun kaliteli olacağını baştan bilirsiniz. Çünkü adamlar piyasada o markayı, o şahsiyeti oluşturmuşlar. Fakat bizim memleketimizin ürünleri için bunu söyleyebilmek maalesef zor. Kalite, Türk malının fârik vasfı değil.
Türkî cumhuriyetlere gidiyoruz ve oralarda soruyoruz:
“–Bu işi burada kim daha iyi yapar?”
“–Almanlar” diyorlar.
“–Sonra?”
“–Ruslar.”
“–Sonra?”
O memleketin halkını adres olarak gösteriyorlar. Maalesef müslümanlar olarak bu duruma düşmüşüz. Niye? İşimizin ehli değiliz ve işimizi doğru yapmıyoruz.
Hâlbuki, dürüstlüğü, işini tam ve en mükemmel şekilde yapmayı bizim dînimiz emrediyor. Ama biz onların işine hayran kalıyoruz.
Millî şairimiz Mehmed Âkif, Berlin’e gitmiş. Döndüğünde biri sormuş:
–Berlin’de ne var ne yok üstat?
Âkif şöyle cevap vermiş:
–Ne olsun. Gördüğüm kadarıyla yaşayışları dînimiz gibi, dinleri yaşayışımız gibi.
İnandığımız gibi yaşamazsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. Olan bu!..
Öncelikli olarak yaptığınız işe inanacaksınız ve Allah rızâsı için yapacaksınız. İşte o zaman bereket de olur, kazanç da olur. İşimizi güzel yaparsak, Allah da bizi sever, kullar da bizi sever. Şikâyet de olmaz.
Çünkü işin içinde şikâyetçi anlayış var.
“Kaliteli olursa fiyatı artar, öyle olunca da satılmaz ki!..” diye başlıyor şikâyete ve kaliteyi düşürüyor. Hâlbuki çare aramalı. Hem kaliteli, hem mâliyeti düşük bir imalât nasıl olur diye düşünmesi, gayret etmesi lâzım. Bunun için de mesleğini, sanatını sevmesi lâzım. Müşterilerini sevmesi lâzım. Onları düşünmesi lâzım.
Bir gün Şanlıurfa’da ayakkabı çarşısında geziyorum; bir dükkânda bitmiş, satışa arz edilmiş ayakkabıları görünce dükkâna girdim, ayakkabılara alıcı gibi baktım, fiyatını sordum, usta söyledi.
Ben de;
“–Biraz pahalı değil mi?” deyince;
“–Usta! Ayakkabıyı tutuşundan, bakışından ayakkabıdan anladığın belli. Altına Ziylan taban koymuşum görmedin mi? Elbette biraz pahalı olacak, kaliteli.” dedi.
Ben de teşekkür ettim; kendimi tanıtmadan çıktım, ama keyfime diyecek yoktu. Demek ki işini ciddî tutan firmanın ürünü alıcı tarafından takdir görür. Rabbime şükrettim, mutlu oldum.
Karaköy’de de bir başka perakende satan ayakkabıcı, vitrine;
«Ayakkabılarımızın altında gerçek Ziylan taban kullanılmıştır!» diye bir levha asmış. Nasıl hamd-şükür etmezmişim…
«Niye kabul etmediler?» diye şikâyet etmedik, çare düşündük.
Bu bilgi ve tecrübeyi kazandık.
Rabbim herkese; hayırlı, helâlinden, bol kazançlar ihsan eylesin.
İnsanımızı; yaptığı işi severek ve güzelce, kaliteli yapan, İslâm şahsiyetini, atalarımızın asâletini sergileyebilen örnek bir millet eylesin.
Âmîn…