TAHSİL NELER KAZANDIRMALI?

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

AhmetZiylan_yuzakidergisi_mart2016

Günümüzde tahsil yaygınlaştı, artık hemen herkes yüksek tahsil yapabiliyor. Eskiden böyle değildi. Tahsilini devam ettirmek herkese nasip olmuyordu. Fakat bu imkâna sahip olamadığı hâlde, yüksek tahsil değil, hiç tahsil yapmamasına rağmen; hayat okulundan aldığı tecrübelerle, çok iyi idarecilik yapan, ticarî yahut siyasî sahada çok başarılı işler ortaya koyanlar da çoktur.

Geçen ay bahsettiğimiz Sabri ÖZSOYLU bunlara bir misaldi. Hiç okula gitmemişti. Fakat Gaziantep’de on beş sene ayakkabıcılar derneğinin başkanlığını yaptı. Gayet de güzel yaptı.

Ondan bir hâtıra:

Ayakkabıcılar derneği başkanlığını yaparken, bir gün yanına gitmiştim.

Bir kadın geldi;

“–Ayakkabıcıların dernek başkanı senmişsin.” dedi.

Başkan;

“–Evet.” dedi.

“–Filân yerde bir adam var. Ondan bir ayakkabı aldım. İki hafta bile geçmeden topukları hemen kötü bir hâle dönüştü. Geri götürdüm, özür dileyip tamir edeceği yerde;

«–Eskitmişsin bana getiriyorsun, eskiciye götür.» dedi. Tartıştık;

«–Gider seni başkana şikâyet ederim.» dedim.

«–İstersen reîs-i cumhura git!..» dedi. Beni azarladı ben de aldım, sana getirdim.” dedi.

Başkan;

“–Vay terbiyesiz adam! Senin gibi bir hanımefendiyi üzmüş. Sen ayakkabıyı bırak git; ben ona hem haddini bildiririm, hem de ayakkabıyı tamir ettiririm. Sen yarın gel al.” dedi.

Kadın; problemine çözüm bulmanın rahatlığıyla sevindi, ayakkabıyı bıraktı gitti. O gittikten sonra Sabri Bey, Muzaffer diye bir ustası vardı, ona dedi ki;

“–Şunu tamir et de, kadın yarın gelince alsın.”

Ben şaşırdım. Dedim ki;

“–Hani aldığı adama yaptıracaktın sen?”

“–Ben onu kadının gönlünü almak için söyledim. Şimdi gitsem adam cahil, terbiyesiz lâflar edecek. Önemli olan müşterinin memnun olması. Onun probleminin çözülmesi. Kadına; «Yaptırdık» deriz.” dedi.

Hem müşteriyi koruyor, hem esnafı koruyor hem de adamla tartışmaya girmeyerek kendini koruyor. Yeri geldiğinde, dernek başkanlığı vazifesiyle, mutlaka o ustaya müşterisiyle nasıl konuşması gerektiğini öğretmesi, söylemesi gerek. Fakat bu mesele üzerinden çekişmeye girmenin netice getirmeyeceğini bildiği için erteliyor.

Bu adam hiç okumamış bir adamdı. Bu idarecilik ayarlarını hiçbir okulda öğrenmedi. Hayattan öğrendi, fıtratında, istîdâdında vardı. Ahlâkında vardı. Onu yüzüne karşı bazen böyle takdir ederlerdi:

“Hiç okula gitmemişsin böyle başkanlık yapıyorsun, ya okula gitseydin ne olurdun acaba?”

Bunu; artık herkesin ulaştığı eğitimi, herkesin bitirdiği tahsili, gözümüzde çok büyütmeyelim diye söylüyorum. Her şeyi okuldan, kitaplardan, öğretmenlerden beklemeyelim. Hattâ çoğu kez, okullarda gerçek hayatta karşılaştığımız şeyler anlatılmıyor bile.

Okullarda;

Meselâ ticarî bilgi, ustalık kazandırılıyor, fakat bir müşteriyle nasıl konuşulması gerektiği yolundaki âdâb-ı muâşeret öğretilmiyor, öğretilemiyor.

Din kültürü, ahlâk bilgisi, diğer bilgi dersleri var. Kitaplardan bilgiler elde ediliyor, okunuyor, ezberleniyor. Fakat helâl-haram hassâsiyeti, müşterinin helâl etmediği bir kazancın hesabının sorulacağı hususu kalplere, vicdanlara tam olarak sindirilemiyor.

Belki de bunların yeri sadece okul değil. Hayat okulunda da öğretmek gerekiyor bu davranış güzelliklerini, âdâb-ı muâşereti, güzel ahlâkı, sabrı, fedâkârlığı, herkesin bilmesi gerekiyor. Bugün tahsil, yıllarca sürdüğü için; bu meziyetleri öğrenmek için çok geç kalınmış oluyor. Onun için herkesin bu güzel ahlâkı, hitabeti, fedâkârlığı en yakınından; babasından, annesinden, öğretmeninden onların davranış güzelliğinden örnek alarak öğrenmesi gerekir.

Atalarımız;

“Kız anasından öğrenir biçki biçmeyi,
Oğlan babasından beller sofra açmayı…” demişlerdir.

Bugün Türkçemizde; «pabucu dama atılmak» diye bir deyim var. Bu deyim, Sabri Beyin dernek başkanlığının atası olan Ahîlik teşkilâtından gelirmiş.

Ahîlik, tarihî meslek teşkilâtları.

Her mesleğin, zenaatin bir pîri olur. O kişi, bulunduğu çevredeki meslektaşlarının hem temsilcisi, hem hocasıdır.

Yeni bir çırak mesleğe gireceğinde, ona bir merasim düzenlenir. Duâlarla, mesleğinin mânevî mes’ûliyeti, kul hakkı gibi hususlar ona aşılanır. Herkes ahî pîrinin sözüne itaat eder. Bizim hikâyedeki gibi, şikâyeti olanlar da o mesleğin pîrine gidip arz ederler. Ahî pîri; şikâyeti tahkik eder, ikaz eder, bir zarar varsa tazminini sağlar.

Eğer gerekli ihtarlara rağmen; müşterisini inciten, hakkına giren, kalitesiz, bozuk ürün üretip piyasaya süren olursa, o kişinin pabucu, pîrinin emriyle dama atılırmış. Bu bir nevi meslekten men cezası imiş. O söz, bugün; «unutulmak, itibardan düşmek» mânâsında deyim olmuş.

Bugün bunlar yerine tüketici dernekleri, tüketici mahkemeleri, sanayi bakanlığına bağlı ilgili mercîler var.

Fakat işin mânevî tarafı, eskiden bir başka imiş.

Meslek pirlerine sevgi ve saygıyla bağlı ustalar, daha bir hassâsiyet gösterirlermiş.

Demek ki; okulda da, meslek odaları ve derneklerinde de bu sevgi-saygı ortamını oluşturmak şart. Her meslekte karşılıklı muhabbet ve hürmeti tesis etmek lâzım.

Gaziantep’te son gittiğim üniversite eğitim hastahânesinde bir müddet yatmamız icap etti. Çok yakın arkadaşlarımdan merhum Hayri ÖZKAYA vardır. Asker Hayri -Allah rahmet eylesin-… Kardeşim gibi çok sevdiğim, tuz-ekmeğimiz olan, bu fedâkâr, cömert ve kıymetli arkadaşımın oğlu Prof. Dr. Mesut ÖZKAYA da bu hastahânede öğretim üyesi. Bize; «Amca» diyerek çok nâzik davrandı, hürmette bulundu, kendisine teşekkür ederim.

Kendisi tıp doktoru ve fakültede hoca olmuş, yanında da tıp talebeleriyle odama geldiler. Onlara yanımda şeker hastalığıyla (diyabetle) ilgili ders verdi.

• Şeker düşerse ne yapılır?..

• Şeker yükselirse ne yapılır?..

Benzeri sualler sorarak on beş-yirmi dakika nâzik bir üslûp, sevecen, yumuşak bir lisanla iyi bir ders verdi.

Tebessüm ettim, duygulandım, çok beğendim, teşekkür ettim.

“Hocam birkaç kelime söyleyebilir miyim?” diye izin aldım.

“Her zaman söylerim.

«Hangi bölüm olursa olsun, tıp yahut başka bir bölüm; talebe hocasını sevmeli. Talebe hocasını sevmeli ama hoca da kendisini sevdirmeli. Karşılıklı sevgi-saygı olan yerde, çok verimli, çok istifadeli bir ders olur.» derim.

Bu ortamda gördüm ki hoca talebelerini, talebeler de hocasını seviyor. Muhabbetleri yüzlerinden okunuyor.

Öğrenciler hocalarını severlerse, onun her söylediğini can kulağıyla dinlerler. O zaman da çok faydalı olur. İşin içine daima sevgi girmeli.

Bunları dersinizde sevgi eksik mânâsına söylemedim. Mâşâallah talebelerin seni seviyor, alâkayla dinliyorlar. Tebrik ederim. Bunu ifade etmek istedim.” dedim.

Sonra hocaları, talebelerin birine bir sual sordu. Çocuk heyecandan cevabı hatırlayıp toparlayamadı, düzgün cevap veremedi;

“Heyecanlandım.” dedi. Ben de döndüm çocuğa dedim ki;

“–Heyecanlanma!”

Delikanlı;

“–Heyecanlanınca ne yapmak lâzım?” dedi.

“–Siz onu pekâlâ, çok iyi bilirsiniz de unutuyorsunuz.” dedim.

“–Nedir?” dedi.

“–Siz iğne vururken ne diyorsunuz? Hemşireler-doktorlar iğne vuracakları hastaya her zaman; «Derin bir nefes al!» diyorlar. Derin, çok derin, ağzını kapatıp burnundan nefes alacaksın, içinde tutacaksın.

İşte iğne vurmayı kolaylaştıran bu tedbir, heyecanı yenmekte de insana faydalı olabilir.

Çünkü beyne bolca oksijen gider. Beyne bol oksijen gidince de heyecanlanmazsın ve bildiklerin de kafandan uçup gitmez. Heyecandan kalp atışlarının aşırı hızlanıp telâşa sebep olmasına da, derin bir nefes, bir nebze mâni olur.”

Hastahânede yattığımız yerden ziyaretçilerimizle böyle bir sohbetimiz oldu.

«Heyecan» aslında her şeyde lâzım. Heyecansız olmaz. Büyüklerimiz;

“Din heyecandır, heyecanla yaşanır.” diyorlar. Yani hiçbir işte, heyecanı kaybetmemek lâzım. Amatör rûhu kaybetmeden profesyonelleşmek lâzım.

Fakat bir de «telâş» şeklindeki heyecan var ki, o insanın elini ayağına dolaştırır, kalbini küt küt attırmaya başlar, söyleyeceğini unutturur, başını döndürür, yüzünü kızartır.

Bu mahcubiyeti yaşamamak için, birçokları böyle durumlardan kaçarlar. Yani toplum içinde konuşmaktan uzak dururlar, doğru bildiklerini söylemekten kaçınırlar. Yeri geldiğinde ürettikleri bir şeyi pazarlamaktan, anlatmaktan da uzak dururlar. Bu da silik, sönük ve korkak bir insan tipi oluşturur.

Heyecanı aşılamalı ama telâş şeklindeki heyecanı yenmenin de yollarını öğretmeli. Sosyalleştirmeli ve medenî cesaret kazandırmalı. Cesaret ve edep iç içe…

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuştur:

“Korkak tâcir mahrum, cesur tâcir merzuktur (rızıklandırılmıştır.)” (Deylemî, II, 79)

Yani müteşebbis olan, risk alabilen, mamulünü, mahsulünü, sanatını, bilgisini herkese göğsünü gere gere anlatabilen, arz edebilen kişi, iyi ve bol kazanır.

Kur’ân-ı Kerim’de; Allah yolunda cihâd eden, Allâh’ı seven ve Allâh’ın da sevdiği mü’minlerin şu vasfı zikrediliyor:

“Onlar ayıplayanın ayıplamasından korkmazlar!” (el-Mâide, 54)

Kıyıda köşede kalan, cesaretsiz, korkak, endişeli kişi ise kazanamaz, mahrum olur.

Peygamberimiz de bir rehber, bir muallim idi. O, eline mektubu alır;

“Bunu kisrâya, Bizans imparatoruna yahut filân yerin hükümdarına, valisine kim götürür?” diye ashâbına sorardı. Bu sual ile teşvik ederdi. Onlar da;

“Ben yâ Rasûlâllah!”

“Anam babam Sana fedâ olsun, ben götürürüm yâ Rasûlâllah!” diye emrine koşarlardı, birbirleriyle yarışırlardı.

Bu, büyük cesaret isteyen bir iştir. Hem bir hükümdarın karşısında Peygamberi temsil edebilecek kadar medenî cesaret ve hazır olma hâli… Hem de cellâtlara gönderilmeyi göze alacak bir gözü peklik… Peygamberimiz, talebelerini işte böyle yetiştiriyordu.

Sözün özü, tahsil hayata dokunmalı. Hayatta işe yarayacak şeyleri, özellikleri ve vasıfları bilhassa kazandırmalı.

Tahsile aylar yıllar sarf ediliyor. Fakat mezun olan kişi, yine birçok eksiğini yolda toparlamak zorunda kalıyor.

Her işin bir maddî bir de mânevî tarafı var. Bir zâhiri, bir de bâtını var. Bilgi, ustalık, beceri, diploma… Bunlar zâhir… Öbür tarafta; edep, âdab, ahlâk, sevgi, saygı, güzel geçinme taraflarını da talebelere kazandırmalı.

Eskiden herkes okuyamazdı. Okuyamayanlar; çırak olur, tarlaya, işe-güce koyulur, hayat okulunda gerekli hasletleri, donanımları kazanırdı. Şimdi yıllar süren tahsil hayatı sebebiyle, bu imkân da yok. O zaman tahsil mekânı olan okullar, bu özellikleri kazandırmayı da üstlenmek mecburiyetinde.

Okullar, sevgi ve saygı harmanı olmalı…

Büyüğe hürmet, küçüğe merhamet okullarda kazandırılmalı.

Okullar, görgü kurallarının, âdab ve terbiyenin mekânı olmalı…

Okullar, sadece yabancı dilin değil; güzel hitapların, tatlı dilin, gönül almanın da öğretildiği yerler olmalı.

Okullar; güzel ahlâkı kazandırmalı. Erdemler eğitimi ve fazîletlerin aşılanması başarılmalı.

Bugün ülkemizde eğitim dünyası bundan maalesef çok uzakta. İnşâallah bu sahada çok gayretler olur. Bütün okullarımızda seçmeli «Peygamberimiz’in Hayatı» dersi okutuluyor artık elhamdülillâh… Kur’ân dersi de var seçmeli olarak. Halkımız iştiyakla bu dersleri seçiyor. İnşâallah bu dersleri veren hocalar da dersin muhtevâsıyla hemhâl olarak, öğrencilere Kur’ân ahlâkını, Peygamber ahlâkını verebilirler.

Okullarda yüz binlerce gencimiz var. Okullar; nesilleri güzelce yetiştirmeye başladığında, işte o zaman ülkemiz ve milletimiz hak ettiği noktaya gelecektir.

Rabbim ikram buyursun.

Rabbim; yolunda en güzel şekilde hizmet edebilecek şekilde yetişmeyi ve evlâtlarımızı, torunlarımızı, talebelerimizi yetiştirmeyi nasip etsin. Güzel ahlâk nasip etsin. Hakkı ifade edecek cesaret, bâtıldan koruyacak edep lutfetsin.

Âmîn…