ENFES ET

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir_1_yuzakidergisi_mart2016

 

Asıl adı Hüseyin bin Mansûr olan Hallâc-ı Mansur, 858’de İran’da doğdu. On iki yaşında hıfzını tamamladı. Ardından Tüster’e geçerek Sehl et-Tüsterî’nin talebesi oldu. Yirmi yaşında Bağdat’a giderek Cüneyd-i Bağdâdî, Amr bin Osman el-Mekkî gibi tanınmış sûfîlerin sohbetine katıldı.

 

Bir ara meclislerde vaazlar vermeye başlayan Hallâc, halkın ve âriflerin büyük teveccühüne mazhar oldu.

 

Hacca gittiğinde kâh ibâdet ediyor, kâh Allah yolunda kendini fedâ etmeye hazır olduğunu haykırıyordu. Bir ara Arafat’ta kendisine hakaret ve işkence edilmesini istedi. Bağdat’a dönünce Hallâc’da bir değişikliğin meydana geldiği fark edilmişti.

 

Hallâc’ın tevhid ve fenâ görüşünü ifade eden «ene’l-hak» sözü ile onun kâfir ve zındık olduğunu iddia edenler, onun tanrılık iddiasında bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Hallâc’ın «ene’l-hak» dediği doğrudur. Ancak bu sözüyle tanrılık iddiasında bulunduğu yanlıştır. Onun konuyla ilgili tam ifadesi şöyledir:

 

“Eğer Allâh’ı tanımıyorsanız eserini tanıyınız, işte o eser benim. Ben Hakk’ım, çünkü ebediyyen Hak ile hakkım.” (Kitâbü’t-Tavâsîn, s. 208)

 

Hallâc-ı Mansur, 26 Mart 922 tarihinde önce kırbaçlandı; burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Çeşitli yerlerde makamı bulunmaktadır.

 

***

 

Hallâc bir gün Cuma namazından sonra çarşıda dolaşmaya çıktı. Aşevinde sırada bekleyen yoksul insanları görünce yemek sırasına girerek beklemeye başladı. Sıra kendisine geldiğinde aşçı ona;

 

“–Az mı çok mu yemek istersin?” diye sordu. Hallâc;

 

“–Bana çorba, et ise yanımdakine.” diyerek köpeği gösterdi. Aşçı;

 

“–Demek bu leziz eti köpeğine vermek istiyorsun, öyle mi? Neden eti kendin yemiyorsun? Bilmiyor musun köpeklerin açgözlü olduğunu?” dedi. Hallâc;

 

“–Tam da bu yüzden veriyorum. Çünkü yanımdaki köpeğin ismi «nefs»tir. O benim nefsimi temsil eder, eti ona ver. Ey şaşkın! Aşçısın. Görmüyor musun saraylardaki nefislerin doymazlığını?

 

Allâh’a ulaşmak için, aşırılıklardan kaçınmam ve idrak yolunda yürümem gerekir. Benim kara köpeğim nefsimdir, bana nefsimin her fırsat bulduğunda beni tesiri altına almaya çalıştığını anlatır. Bunu engellemek de irademizi aşırılıklardan arındırma ile mümkü. Normalde nefsim beni itaat altına almaya çalışır. Oysa şimdi ben onu itaatim altına aldım. Yanımda dolaştırdığım kara köpek işte bana bunu hatırlatır. O köpek, benim kötü tarafımdır, benim kötü benliğimdir.”

m_hidir_2_yuzakidergisi_mart2016

ASİL VÂLİDE ve HAYIRSEVER KIZI

 

Kanunî Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan, 1522’de dünyaya geldi. Annesi Hürrem Sultan’dır. Mihrimah Sultan iyi bir eğitim gördü. Evlenme çağına geldiğinde Diyarbekir Beylerbeyi Rüstem Paşa ile evlendirildi.

 

İyi yetiştirilen Mihrimah Sultan, güzel konuşur ve güzel yazardı.

 

Son derece dindar ve hayırseverdi. Büyük servetini yakın, uzak herkese infak ederdi. II. Selim’in tahta çıkışında âcil ihtiyaçlar için ona 50.000 altın verdi. Mekke’deki su yollarının tamiri için 500.000 altın harcadı.

 

25 Ocak 1578 tarihinde vefat etti. Kabri, Süleymaniye Camii hazîresinde babasının yanındadır.

 

***

 

Babası tarafından çok sevilen ve fikirlerine kıymet verilen Sultan, 1558’de annesinin vefatından sonra babasının müşaviri oldu. Adeta valide sultan sıfatıyla hareket etti. Babasını Malta Seferi’ne teşvik etti. Hatta kendi servetinden 400 kadırga yaptırıp donanmaya hediye etti. Kardeşi Sultan II. Selim ve yeğeni Sultan III. Murad zamanında yaşadı ve “Hala Sultan” adıyla itibar gördü.

 

Annesi gibi dindarlığı ve hayırseverliği ile tanındı. Asrının en zengin kadınıydı. Sık sık hazineye borç verdi. Servetini hayır hasenata harcadı. Hayatını bu işe tahsis etti. Mimar Sinan’a Üsküdar ve Edirnekapı’da iki câmi yaptırdı. Mekke-i mükerremedeki Ayn-ı Zübeyde adlı su kaynağını tamir etti. Donanmaya 192 kantar işlenmiş demir temin eden bir vakıf kurdu. (Ekrem Buğra EKİNCİ)

m_hidir_3

«ZÂHİRİ TATLI AMA İÇİ ACI!»

 

Mutasavvıf şair Niyâzi-i Mısrî, 9 Mart 1618 tarihinde Malatya’da doğdu. Asıl adı Mehmed’dir. Şiirlerinde, ilim tahsili için bir süre Mısır’da kaldığından «Mısrî» ve «Niyâzî» mahlâslarını kullanmış, bu ikisinin birleşiminden meydana gelen Niyâzî-i Mısrî diye tanınmıştır. Gençlik yıllarında tasavvufa karşı olsa da, sonradan sûfîleri yanlış tanıdığını fark edip Halvetî tarîkatına intisâb etti.

 

Devrin âlimlerinden mantık ve kelâm okudu.

 

Ezher’de ilim tahsiline başladı. Bu sırada Kādirî Tekkesi’nin şeyhine intisâb etti. Bu şeyhin bir gün kendisine zâhir ilmi talebinden tamamen vazgeçmedikçe tarîkat ilminin kendisine açılmayacağını söylemesi üzerine kararsız kaldı. Abdülkādir-i Geylânî Hazretleri rüyasında zuhur ederek zâhir ilmini öğrenip onunla amel etmesini, tarîkat ilmini ise bir mürşide ulaşarak elde edebileceğini söyledi.

 

1647’de Ümmî Sinan’a intisap etti. Dokuz yıl şeyhine hizmet edip seyr u sülûkünü tamamlayan Mısrî Hazretleri, 1656’da halîfe tayin edilmesinin ardından Uşak, Çal ve Kütahya’da irşad faaliyetinde bulundu. Cihâda katıldı.

 

Niyâzi-i Mısrî, 16 Mart 1694 tarihinde siyasî bahanelerle sürgün edildiği Limni’de vefat etti. Kabri, Limni’dedir.

 

***

 

Niyâzî Mısrî -kuddise sirruh-, devlet büyükleri tarafından ne gönderilirse gönderilsin, kesinlikle kabul etmez, reddedermiş.

 

Bir seferinde «herhâlde tecrübe etmek için olsa gerek» küçük kavanoz içine bir miktar altın, üzerine de reçel koyup lütfen kabulünü rica ederler.

 

Kavanozu huzurlarına getirip koydukları anda; “Bunun zâhiri tatlı gibi görünse de içi acıdır.” buyurur.

 

Sonra kırılmasını emreder. İçinden altınlar çıkar. Bunları derhâl gönderen kişiye iade ettirir. (Mustafa TATCI, Niyazî Mısrî Halvetî Dîvân-ı İlâhiyat Seçmeler)

 

m_hidir_4_yuzakidergisi_mart2016

PİYASAYA SÜRÜYOR

 

Osmanlının son hat üstatlarından İsmail Hakkı Sâmi Efendi, 13 Mart 1838 tarihinde İstanbul’da doğdu. Hat hocası Boşnak Osman Efendi’den sülüs-nesih yazılarını meşk etti. Kısa bir süre Arapça ve Farsça dersleri aldıktan sonra Maliye Kalemi’ne girdi. Burada kendisine «Mehmed» ismi ve «Sâmi» mahlâsı verildi.

 

Tuğra çekmesini, kâğıt terbiyesini, ebru kâğıdı imâlini de öğrenen Sâmi Efendi; kalemtıraş yapımında ve mühür hakkinde oldukça mahirdi.

 

Sâmi Efendi, bir yazıyı yazdıktan sonra şeklinin hâfızadan silinip kusurlarının gözükmesi için uzun bir müddet ona bakmaz ve aradan zaman geçince yazısını çıkarıp tekrar elden geçirirdi.

 

“Eğer sanatınızla, mesleğinizle rüyanızda hemhâl olamıyorsanız, yerinizde sayacağınızı bilesiniz.” sözü kendisine aittir.

 

Uzun müddet meraklılarına hüsn-i hat dersleri veren Sâmi Efendi’nin talebeleri arasında; Tuğrakeş İsmail Hakkı ALTUNBEZER, Elmalılı Hamdi YAZIR, Necmeddin OKYAY da bulunur. Meşrutiyet’in ilânından sonra emekliye ayrılan usta hattat, 1 Temmuz 1912’de Horhor’daki evinde vefat etti. Kabri, Fatih Camii hazîresindedir.

 

***

 

Bir ara kendisi tarafından yazılmamış, fakat altında kendi imzası olan bazı yazıların bir acem tarafından piyasada satıldığını duyan Sâmi Efendi, bu durumdan şöyle bahseder:

 

“Bir gün kalktım Valide Hanı’na gittim. Dakk-ı bâb ettim. Kalın bir ses; «Gel!» dedi. Baktım ki iri yarı bir acem, ortada bir sehpa üzerinde bir levhaya eğilmiş. Herifin elinde bir fırça, diğer elinde nargile marpucu, fokurdata fokurdata içiyor. Bir yandan da yazı resmediyor;

 

«–Mevlânâ kimin yazısı?» diye sordum. Kemâl-i azametle başını çevirip bana baktı;

 

«–Sâmi’nin.» dedi. Ben de;

 

«–Vallâhi ben yazmadım, billâhi ben yazmadım!» deyince acem telâşla yerinden fırlayıp elime, ayağıma kapandı:

 

«–Efendim, diğer hattatlardan her kimin olursa olsun, kalıplarından yapıp hakikî imzalarından dahî koysam, kimse on para vermez. Öyle sizin olmayan yazıyı yapıp da altına imzanızı atınca halk kapış kapış alıyor ve ben de bu sûretle çoluk çocuk geçindiriyorum. Af buyurunuz.» dedi. Neyse ki adamı bu işten men ettik.”