İŞİNİ SEVMEK ve HAK’TAN RÂZI OLMAK…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

ahmet_ziylan_yuzakidergisi_subat2016

İşinde kabiliyetli, iyi iş yapan bir meslektaşıma uğramıştım. İşlerden şikâyet etmeye başladı. Mesleğinden bıkmış gibi ifadeler kullandı. Hâlbuki işini seven bir insandı.

Hemen aklıma geldi ve sordum:

“–Sen bu aralar çok kârlı bir arsa işi filân mı yaptın?”

“–Evet, nereden anladın?” dedi. Anlattı. Arkadaşları; «Bir arsa alacağız, gücümüz yetmiyor, sen de ortak ol da alalım.» demişler. O da katılmış. İki senede, bire iki kazandırmış. Bu kadar kolay şekilde para kazanan bir kişi, artık, zahmetli işlerle az bir kazançtan soğumaya başlıyor. Kahır çekmek olarak görüyor.

Bu tehlikeli bir hâldir.

Yaptığımız meslek, sadece para kazanmak için değildir. Ziraatçı ol, zanaatkâr ol, doktor ol, mühendis, öğretmen, tacir, esnaf ol, memur ol ne olursan ol bir iş yapmanın; hizmet etmek, insanlara faydalı olmak, içtimâî hayatta; ülkenin, milletinin, şehrinin geleceği için gayret etmek gibi birçok mânevî gayeleri de vardır, olmalıdır.

Her şey bir tarafa, insanın meşguliyete ihtiyacı var. Meşgul olduğu işi de sevmeye ihtiyacı var. İnsan emekli oluyor, eğer sevdiği, hayırlı bir meşgalesi yoksa, boşlukta kalıyor. Evde hanımının başına belâ kesiliyor. Kavga-gürültü çıkarıyor.

Çeşitli vesilelerle dile getirmiştim. Bu aynı zamanda bir toplum meselesi…

Çünkü;

Kolay ve hızlı kazançları görüp, ona özenen yeni nesiller, maalesef zahmetin içindeki rahmete talip olmuyorlar. Emek vererek, çalışarak, koşturarak maîşetini kazanmak yollarına soğuk bakıyorlar. Bu sebeple ya doğru dürüst bir meslek edinemiyorlar yahut da mevcut mesleklerini, sevmeden, isteksizce âdeta nefret ederek yapıyorlar. Böyle olunca da ne kendileri huzurlu oluyor, ne de müşterileri memnun kalıyor… Ortaya koydukları mamul yahut hizmet de o isteksizliğin, o nefretin tesiri altında kalıyor. Bu işten fert de toplum da zararlı çıkıyor.

Hâlbuki kitaplarda okuyoruz. Hükümdar bir peygamber olan Hazret-i Davud bile, rızkını el emeğiyle kazanırmış. Zırh örer, maîşetini alın teriyle elde edermiş.

Gayretleri, hizmetleri, el emeğiyle çalışmayı hor görmemek lâzım.

Bir de;

Râzı olmak lâzım. Rızkı, ilâhî taksimi, alın terinin kıymetini, emeği ve hizmeti iyi anlamak lâzım.

Sen seveceğin bir mesleği seçmek için elinden geleni yap. Fakat bir mesleğe başladıysan, ekmeğini ondan kazanıyorsan, takdire râzı ol, o işi sev, o meslek vasıtasıyla insanlara güler yüzle hizmet etmeyi kendine bir vazife bil…

Bir hâtıra anlatayım:

Gaziantep’te Sabri ÖZSOYLU isminde ayakkabıcı bir meslektaşım vardı. Benden 10-15 yaş büyük ustamız idi. Gaziantep ayakkabıcılar derneğinin 15-20 sene başkanlığını yapmıştı. Gaziantep’e gittiğimde kendisini ziyaret ederdim. İyi bir usta, iyi bir esnaf idi. Gençliğinde ayakkabı imal eder, yaptığını satardı. Yaşlanınca imalâtı bırakıp alıp satmaya başladı.

Ziyaretine gittiğim bir gün yaşlı olduğu hâlde, baktım elinde bir ayakkabı vardı, yine ayakkabı imal ediyordu.

Sordum:

–Usta artık senin ayakkabı yapmak neyine, alıp satıyorsun, maddî sıkıntın da yok?

Dedi ki:

–Öyle söyleme Ahmetçiğim, bunu parası için yapmıyorum. Bu müşterimin ayağı acayip. Piyasada rahat ayakkabı bulamaz, ayakkabıcı olarak bu adamın ihtiyacını karşılamak vazifemiz. Biz bu şehrin ayakkabıcı esnafıyız, kim piyasada ayağına uygun ayakkabı bulamıyorsa onların ihtiyacını karşılamak bizim vazifemiz…

Ne güzel bir düşünce…

Bu hususta sebat da önemli. Sevgi sebatkârlık ister. Her gördüğü mesleğe, işe, tahsile heveslenen, hemen karar değiştiren, iki de bir iş yahut saha değiştiren insanda da gelişme meydana gelmez. Çünkü tecrübe birikmez. Ustalık, maharet meydana gelmez. Kabiliyetler inkişaf etmez. Sabır ve sebat lâzım.

Bundan belki elli sene evveline ait bir hâtıram meseleye bir misal olacaktır:

Ayakkabı tamircisi bir arkadaşımız vardı. Kollu ayakkabı dikme makinasıyla, eski ayakkabı tamir ederek geçimini sağlıyordu. Bir gün görüştüğümüzde, yaptığı işten nefret ettiğini söyledi ve;

“–Ben artık çalışmayacağım!” dedi.

“–Niye?” dedim.

İkimizin ortak arkadaşı olan bir Şoför Nuri vardı. Nuri’nin arkası geniş Man kamyonu vardı. Onunla nakliye işleri yapardı. Bir gün bizim ayakkabıcı arkadaş, onun yanına binmiş uzun yola gitmişler. Eşya taşımışlar. Bir-iki şehir dolaşıp, Erzurum’a geçmişler. Oradan dönmüşler.

O zamanlar bu kamyonlar çok kıymetliydi. Bu işler neticesinde nakliye ücreti olarak Nuri’nin eline bir tomar para geçmiş. Tabiî bizimki de bunu görünce kendi mesleğine yan bakmaya başlamış. Diyordu ki:

“–Onun da bir makinesi var benim de… Ama onun kazandığına bak, bir de bizimkine bak!..”

Hâlbuki doğru değerlendiremiyor. Onun kollu dikiş makinesinden yüz tane olsa, bir kamyon etmez.

Allah ona onu nasip etmiş… Sana bunu…

Kıyaslama yapma. Her işin kendine göre zorluğu da olacak, kolaylığı da… Sen akşamları evine gideceksin; uzun yol şoförü yazda, kışta, sıcakta, soğukta kamyonunun üstünde yollarda olacak. Kazası olacak, ârızası olacak… Koca araç…

Kazancına göre bin bir zorluğu var.

Hâle ve rızkına kanaat etmek, gönle ferahlık verir.

Çünkü rızkına kanaat etmeyip; «Şöyle olsaydı ben de kazanırdım, benim de çok param olurdu…» diye düşünmen, yanlıştır.

Sonra rızık sadece para ve kazanç değildir. Sıhhat, zekâ, tahsil, güç-kuvvet, aile saâdeti, evlât-torun, gönül huzuru… Her biri bambaşka rızıklar. Allah birini kısmışsa, diğerini bol bol vermiştir. Birinden şikâyet etmek, hepsine karşı nankörlük olur.

Hele bir müslümanın, ümmet-i Muhammed olma şerefine ermiş bir mü’minin; «Rızkım az.» diye şikâyet etmesi hiç doğru olmaz. Çünkü îman en büyük ikramdır.

Şunu da ifade etmek gerekir ki, büyük ve hızlı kazançlar, her zaman nasip olmaz. Herkese de denk gelmez. Biz, rızkın Allah tarafından yazılmış olduğuna inanırız. Takdirde varsa; insan zahmetlere katlansa da, katlanmasa da gelir. Çalışmışsa, yorulmuşsa o çalışmalar da ayrı bereketlere vesile olur, itibar olur, şeref olur, âhirette de ecir olur.

Takdirde yoksa, çalıştığı yanına kâr kalır.

Çalışmaması ise kendisine bir âr olur, şikâyet olur.

Rızkın ilâhî takdir olduğunu anlatmak üzere, Tıkandı Baba hikâyesini anlatırım:

Meşhur bir hikâyedir:

Sultan Mahmud zamanında; nasipsizliği, talihsizliğiyle meşhur bir adam varmış. Adı da, Tıkandı Baba imiş.

Padişah bir gün tebdil-i kıyafet gezerken, yolu bu adamın kahvehânesine düşmüş. Bakmış ki kimse yok. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

“–Kahveci Baba! Hiç müşterin yok mu? Niye bir başına kaldın bu kahvehânede?”

“–Benim rızkım dar.”

“–Nereden biliyorsun?”

“–Bir gün bir rüya gördüm. Yan yana çeşmeler vardı: Kiminde az kiminde çok akıyordu. Biri ise pek az akıyordu.

«–Bu niye az akıyor?» dedim. Dediler ki:

«–O senin rızkın; seninki böyle az akar.»

«–Yaa öyle mi?» dedim, elime bir dal aldım, içine sokup kanalını biraz genişletirsem daha çok akar diye düşündüm. Fakat çeşmeye soktuğum dal içinde kırılıverdi. Bu sefer tamamen tıkandı, hiç akmamaya başladı. Sabah kalktım, rüyamı arkadaşlarıma anlattım; «Çeşme tıkandı, rızkım tıkandı.» derken, adımız da «Tıkandı Baba» kaldı.”

Padişah adam adına üzülmüş. Adamın talihini döndürmek istemiş. Kafasında bir plân yapmış. Fısıldayarak adama şunları söylemiş:

“–Padişahın aşçısı benim yakın arkadaşım olur. Sana bir iyiliğim olsun. Ona söyleyeyim, sen filân gün, filân saatte ona git. Sana bir tepsi börek versin, hiç değilse ağız tadıyla bir börek ye!”

Padişah bunları söyledikten sonra kahve parası da vermeden çıkmış gitmiş. Arkasından Tıkandı Baba kendi kendine söylenmiş:

“–Bizi saray böreği va‘dederek kandırdın; kahve parasını da vermeden gittin. Bir de padişahın aşçısı, arkadaşıymış. Peh!..”

Akşam hanımına durumu anlatmış. Hanımı da;

“–Ne kaybedersin, hele bir git bakalım, belki de dediği doğrudur, belli olmaz!” deyince, kendisine söylenen vakitte kalkmış, saraya gitmiş.

Padişah, aşçıyı tembihlemiş. Bir tepsi börek yapılmış, fakat her bir dilimin altına da padişahın emriyle birer altın koyulmuş. Tabiî ki kendisine bu altınlar söylenmemiş.

Padişahın maksadı, Tıkandı Baba’nın bu altınları görerek; “Ben artık şanssız bir insan değilim, talihim döndü!” diye düşünmesini sağlamak imiş.

Tıkandı Baba, sevinçle tepsiyi almış, evine doğru giderken yolda kurnaz bir varlıklı ile karşılaşmış:

“–Ne o Tıkandı Baba, bugün börek mi yiyeceksin?”

“–Evet, öyle.” deyip olan biteni anlatmış. Varlıklı adam, saray böreğini duyunca bir teklifte bulunmuş:

“–Bu böreği bana satar mısın? Sen onu bir oturuşta yersin. Hâlbuki bana satarsan, parası daha çok işine yarar. Hem üstüne başına da bir şeyler alırsın.”

“–Satarım.”

“–Kaç lira?”

“–On beş akçe.”

Güya yüksek fiyat söylemiş fakat, bilmiyormuş ki, her dilimin altında bir altın olduğunu. Padişahın plânı böylece suya düşmüş. Adam yine tıkanıklığı ile kalmış.

Olan bitenden habersiz Padişah üç-beş gün sonra yine gelmiş Tıkandı Baba’nın kahvehânesine:

“–Ne yaptın; börekleri yedin mi?”

“–Yok, şöyle şöyle sattım.”

“–Tövbe estağfirullah!..”

Sultan, başka bir yol denemiş:

“–Yarın sabah, tam gün doğarken Eminönü tarafından Karaköy tarafına, Galata Köprüsü’nden sağ tarafındaki kaldırımdan karşıya geç bakalım!..” demiş.

Hemen bir adam vazifelendirmiş. Onun geçeceği saatten biraz önce, o yola on metreye bir, birer altın koydurmuş.

Tıkandı Baba denildiği gibi, sabah gün doğarken caddeye varmış. Nasipsiz adam;

“–Acaba ben bu köprüden gözüm kapalı geçebilir miyim, geçemez miyim? Hele şöyle bir gözümü yumayım da geçeyim.” demiş. Tabiî ki altınları görememiş. Hepsi başkalarının eline geçmiş.

Padişah bakmış olacak gibi değil. Kendisinin padişah olduğunu da söylemiş, Mahmud Paşa Kemeri’nin olduğu yere Tıkandı Baba’yı çağırmış; (İstanbul’da Kapalı Çarşı’dan Mahmut Paşa Çarşısı’na çıkarken bir kemer yapı vardır.)

“Bak efendi! Şu taşı al, fırlat, taş nereye düşerse, oraya kadar bütün dükkânlar senin olacak!.. Kirasını alır, müreffeh bir şekilde yaşarsın!” demiş.

Tıkandı Baba almış eline taşı, şöyle iyice uzağa atayım diye geriye çıkmış. Bütün gücüyle fırlatmış… Fakat taş gitmiş, kemere çarpmış, geri dönüp zavallının alnının çatısına inmiş. Tıkandı Baba cansız yere serilmiş. İşte Sultan Mahmud, o meşhur sözünü orada söylemiş:

“Vermeyince Mâbûd, ne yapsın Sultan Mahmud?”

Bu masal gibi anlatılan kıssanın hissesi şudur:

Sen; «Ah kamyonum olsaydı! Ne para kazanırdım!» dersin. Fakat takdir eline bir kamyon verir, ilk seferinde kaza yaparsın. Belki sıhhatini de kaybedersin.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi de sevdiğiniz hâlde o, hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Sebepler takdirin bahaneleridir. Takdir yazmamışsa, Tıkandı Baba’da olduğu gibi bütün sebepler iptal olur. Takdirde varsa, sebepler ayağına serilir.

Şair demiş:

Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder.
Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsân eder.

Yine halk irfanı söylemiş:

Nasip olursa gelir Yemen’den,
Nasip olmazsa ne gelir elden?!.

Bu sebeple takdire râzı olmalı…

Rızâdan ayrılmamalı…

Sadece çok kazanmak için değil, insanlara faydalı olmak, toplumda bir işe yaramak için de çalışmalı. Severek, isteyerek, zevk alarak, râzı olarak koşturmalı…

İsteksiz, gönülsüz, bezgin şekilde hayatı çile hâline getirmemeli…

Çünkü sıhhat ve huzur, servetten daha mühimdir. Nice servet sahipleri vardır ki, sıhhat ve huzurdan mahrumdur. Nice sıhhat ve huzur sahibi de vardır ki, maîşetini güçlükle kazanan kişilerdir.

Şunu da unutmamalı:

“Kadere îmân eden, kederden emîn olur.”

Asıl kazanç, cennet kazancı…

Bunun sermayesi de, insanlara faydalı olmak, güler yüzlü olmak, huzurlu olmak, güzel ahlâklı bir insan, sâlih bir kul olmak…

Cenâb-ı Hak, işlerimizi rızâsına muvâfık eylesin. Bizi râzı olduğu, insanlığa faydalı kullarından eylesin.

Âmîn…