ESKİ BİR SARIK
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Nakşibendî şeyhlerinden Ubeydullah Ahrâr -kuddise sirruhû-, 1404’te Taşkent’te doğdu. Nakşibendî geleneğinde Hâce-i Ahrâr diye tanınır. Çocukluğunda hem mektebe devam etti, hem de ziraatla uğraşan babasına yardımcı oldu. Yirmi iki yaşına geldiğinde ilim tahsili için Semerkant’a gitti. 1431’de Nakşibendî şeyhi Ya‘kûb-i Çerhî -kuddise sirruhû-’ya intisâb etti ve şeyhinden hilâfet alarak Herat’a döndü. Yâkûb-i Çerhî -kuddise sirruhû-, Ubeydullah Ahrâr hakkında;
“Bir mürid, bir büyüğün huzûruna gelince Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sadece bir ateş tutmak gerekecek.” diyerek onun bu yoldaki üstün gayretlerini ifade etmektedir.
Ertesi yıl Taşkent’te irşad faaliyetine başlayan Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir yandan da ziraat ve ticaretle meşgul olmaya devam etti.
Şeyh Ubeydullah Ahrâr -kuddise sirruhû- 20 Şubat 1490’da Semerkant’ta vefat etti. Kabri Semerkant’tadır.
***
Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri anlatır:
Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve;
“–Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun?!.” dedi.
O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhaneye girip aşçıya;
“–Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun mukabilinde şu aç insanı doyurur musun?” dedim.
Aşçı; o fakire yemek verdi, sarığımı da bana iade etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla sonradan büyük bir servete sahip oldu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübarek zât, buna rağmen hizmetten geri kalmadı. Bu hâlini şöyle anlatır:
“Semerkant’ta hizmetinde bulunduğum dört hasta, hastalıkları arttığından yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile; testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim.”(Vakıf, İnfak, Hizmet, s.140, Osman Nûri TOPBAŞ)
İŞSİZ HEKİM
Sultan II. Mustafa Han, 2 Haziran 1664 tarihinde Edirne’de dünyaya geldi. İlk dersini 5 yaşında iken Vanî Mehmed Efendi’den aldı.
6 Şubat 1695’te tahta çıktıktan birkaç gün sonra Eskicami’de kılıç kuşandı. Saltanatın başına geçer geçmez devletin kontrolünü kendi eline aldı. Epeydir düzenli toplanmayan Dîvân-ı Hümâyun’u mutad topladı. Ayrıca ataları gibi bizzat ordunun başında sefere çıktı. I. Avusturya seferinde Lugoş alındı. Sultan’ın Beylerbeyi Şahin Mehmed ve Mahmud Paşaların şehâdeti üzerine söylediği;
“Tabur cengine muvaffak oldum, lâkin Şahinim’le Mahmudum’dan ayrıldım.” sözünden, yetişmiş fertlerin toplumdaki kıymet derecesi net bir şekilde anlaşılır.
II. Mustafa Han ordularının başında sefere çıkan son Osmanlı padişahıdır. Yakalanmış olduğu hastalıkların neticesinde 1703 yılında Edirne’de vefat etti. Kabri, Yenicami Vâlide Turhan Sultan Türbesi’ndedir.
***
Sultan II. Mustafa devrinde İran Şahı nezâket göstererek Osmanlı sarayına çok kıymetli bir hekim gönderir. Adı bilinmeyen bu mahir hekim saraya geldiğinde hayat tarzının nasıl olduğunu sorar ve;
“–Burada ancak acıkınca yemek yenir ve tam doymadan sofradan kalkılır.” cevabını alır.
İranlı hekim bu durumu öğrenince;
“–Öyle ise bana burada iş yok, nafile gelmişim!” der ve hemen memleketine dönüp gider. (Tarihî Hakikatler, c. I., s. 190-191, Dânişmend, İ. H.)
Osmanlı sarayında koruyucu hekimlik geleneği elbette Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tavsiyeleri üzerine takip edilegelen bir metottur. Zira asr-ı saâdette de Mısır Mukavkısı’nın gönderdiği hekim, hasta kimseyi bulamayıp Medine’den ayrılmıştır.
KUR’A İLE HÂLLOLDU…
Müslüman seyyah İbn-i Battûta, 24 Şubat 1304’te Fas/Tanca’da doğdu. Dînî ilimlerin yanında fıkıh ilmini de okudu. 1325’te Hac için yola çıktı. Hacdan sonra diğer İslâm memleketlerini tanımak maksadıyla, toplamda yirmi dokuz sene süren üç ayrı seyahate daha çıktı.
İlk seyahatinde; Mısır, Suriye, Anadolu, İran, Irak, Hicaz, Türkistan, Orta Asya, Çin, Hindistan, Sumatra; ikinci seyahatinde, İspanya’daki Endülüs İslâm ülkelerini, üçüncü seyahatinde de; Büyük Sahra, Sudan, Orta ve Kuzey Afrika ülkelerini dolaştı.
Seyahatleri sonunda vatanı Tanca’ya dönüp tuttuğu notları, gördüğü mühim hâdiseleri, kaleme alarak Rıhle-i İbn-i Battûta eserini yazdırdı.
İbn-i Battûta, 1368 senesinde memleketi Tanca’da vefat etti.
***
İbn-i Battûta, Seyahatnâmesi’nde ahîlerden şöyle bahseder:
“Ahîler; Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Bunlar sanat sahibi, bir meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleriyle yardımlaşan bir topluluktur. Bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir.
Anadolu’da bir şehre girdiğimiz sırada çarşıdan geçerken; dükkânlarından çıkan bir kısım insanlar, bindiğimiz hayvanları yularlarından asıldılar. Bir başka grup ise bunları durdurarak onlar da hayvanlarımızın yularından tuttu. Aralarında çekişme uzayınca, konuştuklarını da anlayamadığımızdan; korkmaya başlayıp, malımıza, canımıza kastedeceklerini zannettik. Nihayet Arapça bilen bir adam yanımıza geldi. Bu adamların bizden ne istediklerini ve aralarında niçin anlaşmazlık çıktığını sordum. Onların ahî olduklarını söyledi. Bizimle ilk karşılaşan Ahî Sinan’ın, sonra gelenler de Ahî Tuman’ın yoldaşları imiş; meğer bizi misafir etmek için çekişmişler. Nihayet işi kur’a çekmek yoluyla hâllettiler.”
BAYRAM MECLİSİ
Âlim, şair ve yazar Ali Ulvi KURUCU Hocaefendi, 1922 yılında Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Konya’da tamamladı. Arapça öğrendi. Hâfızlığını tamamladıktan sonra 1939 yılında ailesi ile birlikte Medine’ye göç etti. Yüksek tahsilini Kahire el-Ezher Üniversitesinde tamamladı. Medine’de uzun süre Evkaf Dairesinin İnşaat ve Sicillat Emini olarak görev yaptı. Daha sonra Sultan Mahmud’un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi’nde, bir süre sonra da Şeyhülislâm Ârif Hikmet Kütüphanesi’nde çalıştı. 1985’te emekli olduktan sonra Medine’ye dünyanın her tarafından gelen ilim adamlarını ağırlardı. Senenin belli bir dönemini, Türkiye’de geçirmeye özen gösterirdi.
Geniş bir hadis kültürüne sahip olan Ali Ulvi Hoca; tarih, mûsıkî ve hat konularına özel ilgi duyardı. Aruz ölçüsüyle kaleme aldığı şiirler; Gümüş Tül ve Alevler olarak, makale ve röportajları da Gecelerin Gündüzü adıyla yayınladı.
Ali Ulvi KURUCU Hoca, 3 Şubat 2002 tarihinde Medine’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî’dedir.
***
Topbaş Nuri Bey’in evinde, o günkü bayram ziyareti cemiyetinde Hâfız Ali Efendi, kendisinden beklediğimiz üzere okudu. Yaşı belki seksen olmuşken, buna rağmen son derece tatlı bir okuyuştu. Hele o kendisine mahsus gırtlak nağmeleri çok güzeldi.
Ali Efendi’nin okumasından sonra, Allah rahmet eylesin Nuri Bey, gerek Hulûsi Bey, Musa ve Muammer beyler fakire;
“–Bir de sen oku.” dediler.
“–Hocaefendinin yanında ben okuyamam, teeddüb ederim.” deyince Ali Efendi;
“–Ayol, sende Medîne-i Münevvere’nin râyiha-i tayyibesi var. Seni biz Ravzâ-i Tâhire’den esecek bir nefes diye dinleyeceğiz. Sıkılma, korkma oku. Bu kulak neler dinledi neler…” diye cesaret verdi, teşvik etti.
Okumaya Sûre-i Hadîd’den «Sebbeha lillâhi mâ fi’s-semâvâti ve’l arz»dan okuyorum. Fakir devam ederken Hoca arada;
“–Aferin… Hımmm… Mâşâallah… Aferin…” filân diyor. Bitince;
“–Kaç senedir Medîne-i Münevveredesin sen?”
“–Efendim 1939’da gittikti… On altı senedir…”
“–Yahu küçüklükte hâfızaya zâkiren giren şeyler, başka oluyor. Ana dilin, ana lisânın unutulmadığı gibi, okuyuşlar da böyle oluyor, demek. Bu kadar zaman zarfında hâlâ bu İstanbul okuyuşu, bu kıraat…” (Ali Ulvi KURUCU Hâtıralar-4, M. Ertuğrul DÜZDAĞ)