Ashab Neler Yapmış, BİZ NELER YAPMALIYIZ?

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

ahmet_ziylan-yuzakidergisi-mayis2015

Rabbimiz mü’minleri birbirine zimmetlemiş.

Bana zimmetli ne demek?

“Bu kardeşim, bana emânet, ben onun sorumlusuyum.” demek.

Aç ise benim onu doyuracak imkânım varsa, doyurmakla mes’ûlüm. «Bana ne!» yoktur, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri ne yapmış?

“–Beni doyur.” diyen kişiyi aşçıya götürmüş;

“–Şu adamı doyurun. Verecek param yok, sarığım eski ama temizdir, bulaşık bezi yaparsınız.” demiş.

Aşçı almak istemediği hâlde ısrarcı olmuş, kabul ettirmiş. Biraz geri çekilince yanında olanlar;

“–Efendim, siz de yemek yemediniz, siz de açsınız…” dediklerinde;

“–Evet biz tahammül ediyoruz, ama o dayanamaz.” demiş.

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” (Hâkim, II, 15/2166) buyuruyor, Cenâb-ı Peygamber.

Komşu komşuya zimmetli…

Kardeş kardeşe zimmetli…

Mü’min mü’mine zimmetli…

Maddî açlık böyle… Bir de mânevî açlık var.

Mânevî açlık ne demek?

Cehâlet demek, eğitimsizlik demek, yılların ihmali demek, habersizlik, bilgisizlik demek…

Mânevî açlığın en beterini, yıllarca komünist baskısı altında mâneviyattan mahrum kalan beldelerde gördüm.

İlk gittiğimiz zamanlar… Orta Asya’da din nâmına birkaç husus kalmış:

Kadın-erkek selâm verme unutulmamış; her oturup kalktıklarında, yemek yedikten sonra; «Yâ duâ, yâ rahmetike» diyerek ellerini yüzlerine sürüyorlar.

«Allah kabul etsin. Âmîn…»

Büyüğe hürmet, cömertlik yani ikram.

Bir de îman sorduğun zaman; «Müslümanım…» diyorlar. Başka bir şey yok.

Meselâ;

«el-Fâtiha!» dediğimizde ellerini açıp ellerini yüzlerine sürüyorlardı. Fakat Fâtiha’nın ne demek olduğunu bilmiyorlardı.

Bize;

“Siz ne yapıyorsunuz?” dediler. Anlattık…

Ama;

“İslâm’ız!” diyorlardı işin güzel tarafı; hiç değilse îmanları var, ikrarları vardı;

“Ne olur bizim köye de bir okul açın, Kur’ân kursu açın, balalarımız İslâm’ı öğrensin.” diyorlardı.

Nasıl fakirliği gidermek için uğraşmak, infak etmek lâzım ise; bu mânevî mahrumiyetleri gidermek için de fedâkârlık lâzım.

Ashâb-ı kirâmı düşünelim… Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Vedâ Hutbesi’nden sonra yaklaşık 90 bin sahâbe; evlerinden, bahçelerinden ayrılmışlar, çeşitli ülkeler aşarak gitmişler. Neler yapmışlar, neler yaşamışlar, her biri ayrı birer hikmet…

Her biri birer sır…

Hep merak ederim:

Acaba neler yaşamışlar, ne şekilde ölmüşler? Kabirleri ne olmuş?

Ne hizmetler yapmışlar?

Bunlar meçhul… Sırlarıyla beraber, Allâh’a dönmüşler. «O bilsin kâfî!» diye yaşamışlar.

Fakat bizim için de malûm olan gidişlerindeki aşk.

Niçin gitmişler, niçin yurtlarından ayrılmışlar belli… Emre itaat, İslâm’ı yaşamak-yaşatmak, Allâh’ın rızâsı…

Dâvâları: İslâm’ı anlatmak…

Kimle karşılaşacaklarını bilmiyorlar. Muhatapları İslâm’ı bilmiyor. Cehâletin tam içindeler, öyle adamlara gidip İslâm’ı tebliğ edecekler.

Tebliğ ettiği için;

«Sen bunu böyle söyledin!» diye öldürülen, elindeki parasını gasp etmek için katledilen, bilmediği diyarlarda bilmediği hastalıklara yakalanıp vefat eden niceleri oldu! Ne kıssalar yaşandı kim bilir!.. Anlatılsa cilt cilt kitap olur…

Bugün de İslâm’dan habersiz beldelere gitmek lâzım.

Gidiyoruz, gidiyorlar dünyanın her tarafına elhamdülillâh. Allah rızâsı için gidenlere Allah yardım ediyor, hiç unutmamak lâzım.

Fakat ashâb-ı kiram yürüyerek yahut en iyi ihtimalle deve sırtında gittiler. Biz ise uçağa atlayıp gidiyoruz.

Uçakta;

“Ne yersiniz? Et mi, balık mı? Çay mı içersiniz, kahve mi? Yastık ister misiniz?..” deniyor. Hürmet ganî.

Bizi karşılayan var, yatak seren var. Sağ olsunlar, ama; yorgunluk, zahmet kolay değil zorlanıyorsun.

Ashab için bu imkânlar da yok.

Ne büyük fedâkârlıklar…

Bugün bile bu tür farklı kültürlere ulaşma gayretlerinde birtakım zorluklar var. Bizim ziyaretlerimizde yaşadıklarımızı ibret için anlatmak isterim:

17-18 sene önce gittiğimizde Orta Asya’da, tuvaletler çok acayip. Kapısı yok! Klozetlerin üstüne çıkıp oturuyoruz. Hele toplu yaşanan okul gibi yerlerde 5×5 bir oda 1 metre ara ile klozetler koymuşlar; kapak yok, su yok, bölmeler yok, kapı yok, kirlilik nâmütenâhi. Kız-erkek aynı yerde ihtiyaçlarını gideriyorlar. 10-15 gün geçti. Banyo yapacak hiçbir imkân yok. Kokmaya başladık.

“Kaç haftadır banyo yapamadık. Bir banyo yapalım.” dedik.

Taşkent’le Çimkent arasında Kilis diye bir yer var. Oraya bağlı Akbato var. Akbato belde başkanı; bize kılavuzluk yapan arkadaşlardan Ömer Bey’in kardeşi Osman Bey ve ailesi, müslüman bir aile;

“Onu ziyaret edelim.” dedik. Akbato, «Bato», Anadolu’da potuk dediğimiz kelimeyle aynı, deve yavrusu demek. Akbato, «beyaz deve yavrusu» diye adlandırmışlar. Orada sıcak su var. Kaynak, kaplıca gibi. Oraya banyo yapmak için gittik. İki tane kulübe gibi odacıklar yapmışlar. Bir tanesi bu tarafa, diğeri öbür tarafa bakıyor. Bereket versin erkeklerle kadınları ayırmışlar. Ama erkeklerin kapısı filân yok.

Çamaşırını çıkaran içeriye giriyor. Bizi götürenler, Türkiye’de Süleyman Efendi’nin kurslarında kalmışlar. Peştamal örtünmeyi biliyorlar. Rahatız. Gittiğimiz ev sahibinden;

“–Bunlar peştamalsız giremez.” diyerek peştamal istediler.

Onlar da dediler ki:

“–Peştamalı nereden bulacağız?” Sağdan-soldan aradılar, büyük havlular buldular. İki-üç tane verdiler, peştamal niyetine. Fakat havlunun boyu kısa… Bir yandan örtsen, öbür yanın açık kalıyor. Onlar da biraz zayıf. Tutuyorlar. Biri diğerine diyor ki:

“Hele bir bak görünüyor mu?” O vaziyet yani. Ne yapacaklarını şaşırıyorlar.

Biz çaresini bulduk. Fazla çamaşırımız vardı. Banyoya çamaşırla girdik oldu, bitti. Onlar hem bize uymak için hem de açık olmamak için, gayret ediyorlar. Ama ötekiler hiç fark etmiyor. Hayâ unutulmuş, avret mahallini örtmek gibi incelikler kaybolmuş. Küvet küvet yapmışlar, küvetlerin aralarını kapatmışlar, üç tarafı kapalı bir tarafı açık. Biz banyoya girdiğimizde bereket başkalarını almadılar. Öylece banyo yaptık yani.

Bu zorluklara katlanmayı göze almadan, bu çilelere talip olmadan; o mânevî açlıklara rızık götürmek mümkün değil.

Düşünmeli, ashâb-ı kiram daha ne büyük zorluklara katlanmıştır kim bilir!

Böyle zorlukları; kolaylıklar, güzellikler takip eder.

Öyle güzellikler de gördük ki, meselâ;

Özbekistan’da bir benzinciye girdik. İkindi namazı geçmek üzere;

“–Burada ikindi namazı okuyabilir miyiz (kılabilir miyiz)?” dedik.

Benzinci dedi ki:

“–Yerim dar, şurası olursa buyurun.”

Şöyle ikiye üç bir odası var, dış kapısı yok. Penceresi yok zaten. İkiye iki bir ranza yapmışlar. Ranzanın yanında bir metre de boşluk var, şöyle ayakta durabilecek kadar. Oraya ikişer şilte sermişler. Adam hemen çıktı, o ranzanın üstünü açtı. Dört kişi namaz kıldık orada.

Biz çıktık, adama teşekkür ettik. Adam çok sevinçli… Diyor ki:

“Ben size teşekkür ederim. Siz uğur getirdiniz. Ben dört gündür mazot, benzin bekliyordum, gelmiyordu. Siz benim yerimde namaz okudunuz. Benzin geldi.”

Biz namaz kılarken oraya tesadüfen benzin gelmiş. Adam, bizim namaz kılmamıza bağlıyor. Böyle güzellikler de gördük. Adam sanki, biz orada namaz kıldık diye bize ne yapacağını şaşırmış. Çünkü en azından;

Îmanları var.

Karayollarında seyahat ederken benzin istasyonlarında duruyoruz. Soruyoruz:

“–Temiz tuvaletin var mı?”

Varsa hürmeten benzin alıyoruz, yoksa;

“–Şu şekilde temiz tuvalet yap. Diğer benzinci yapmış biz oradan alırız.” diyorduk. Maksadımız benzin almak değildi, adamı teşvik edip modern temiz tuvaletler yaptırmaktı.

Bir başka hâtıra:

Yine yollardayız, namaz vakti geldi. Namaz kılacak yer yok, ne yapalım? Arabayı durdurduk, sıradan bir kapıyı çaldık, bir kız çıktı:

“–Atanız evde mi?” (Onlar babaya ata diyorlar.)

“–Evde.” dedi.

“–Kapıya kadar gelebilir mi?” dedik.

“–Geldi buyurun.” dedi.

“–Namaz okuyacağız da müsaade eder misiniz?”

Bizi içeriye aldılar. Abdest aldık. Seccade açtılar. Huzur içinde namaz kıldık. Öyle bir evdi. Bize ikramda da bulundular.

Ya hiç İslâm’dan haberi olmayan bir zümrenin arasına girseydik neler yaşayacaktık?

Ashâb-ı kirâmın ne büyük fedâkârlıklarda bulunduğunu iyi anlamak lâzım…

İşte bizim atalarımız… Onlara İslâm’ı kim öğretti? Hayâyı, temizliği, namazı, abdesti, Fâtiha’yı kim öğretti?

Ashâb-ı kiram ve onlara güzelce tâbî olan nesiller öğretti. Fedâkâr âlimler, dervişler, alperenler öğretti.

Cenâb-ı Hak da bize onları örnek gösteriyor, onlara tâbî olmamızı şöyle emrediyor:

“(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya; işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara; içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki;

Allâh’ın rızâsına kavuşmanın şartı; ashab gibi fedâkâr olmak, muhâcirler gibi hicretleri göze almak, ensar gibi kendisine koşanlara kucak açmak, onlara benzemek, onlar gibi İslâm’ı yaşatma azmi göstermek…

Rabbim bizleri de rızâsına kavuşabilen bahtiyarlardan eylesin.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyuruyor:

“Yâ Ali! Bir kimsenin senin vasıtanla hidâyete ermesi, senin için en kıymetli dünya nimeti olan kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 143)

Rabbimiz bu büyük hayra ermek yolunda hizmet edenlerden eylesin!..

Âmîn!..