BİRİNCİ HABEŞ HİCRETİ
YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
Sahâbe-i kiram; Allah ve Rasûlü aşkına, hiç durmadan çalışıyorlardı…
Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı büyük bir aşk ve şevk ile dinlemek ve O’nun Allah’tan getirdiklerini alıp hayata geçirmek… Sahâbîlerin çalışmaları ve hayat anlayışları buydu işte…
Allah ve Rasûlü’nün emir ve yasaklarını en iyi bilen ve ona göre yaşayan bir canlardan birer can olma gayretindeydiler.
Bunca hakaret ve sataşmalara rağmen, hiç kimseye kötü bir şey söylememişlerdi. Buna rağmen, müslüman olanlara Mekke’de yaşama hakkı vermediler.
İslâm ile şereflenip sıkıntı ve çile çekmeyen yoktu. Kureyş müşrikleri; kendi kabîlelerinden îmân edenleri dinlerinden döndürmek için, olmadık eziyetler yapıyorlardı. Kimilerini öldüresiye dövüyorlar, kimilerinin sokağa çıkmasına bile tahammül edemiyorlar, kimilerini hapsediyorlar, kimilerine de dayanılmaz işkenceler ediyorlardı.
Nübüvvetin beşinci yılına girilmişti. Dâru’l-Erkam, her şeyin merkezi hâline gelmişti. Çekilen sıkıntı ve işkenceler sonucunda, dayanamaz hâle gelen her sahâbî, soluğu burada alıyordu. Rasûlullah -aleyhisselâm- ile görüşmek, onlara yeni can ve yeni kan oluyordu âdeta.
Burada kısmen de olsa rahatlayan her sahâbîyi, dışarı çıkınca yine şiddetli işkence ve sıkıntılar bekliyordu. Henüz bu ev, müşrikler tarafından tespit edilememişti. Ama bir müslümanı görmeyedursunlar, hemen üzerine çullanıyorlardı.
Özellikle tek olarak yakalamak için sinsice takibe alıyorlar, yakaladıklarında da yapmadıklarını bırakmıyorlardı. Mekkeliler; her geçen gün daha bir acımasız oluyor ve inananlara, müslümanca yaşama hakkı tanımıyorlardı.
Her şeye rağmen Rasûlullah -aleyhisselâm-’a tâbî olan, sabır ve sebat hususunda O’na uyanların sayısı çoğalıp artmaktaydı. Rasûlullâh’a îmân edip uyanlar, sadece zayıf ve korumasız mü’minler değildi. Mekke’nin eşrafından da İslâm’a girenler ve müslümanların safları arasında yer alanlar olmuştu.
Mü’minlerin sayısının artmasıyla orantılı olarak, müşriklerin onlara yaptıkları eziyetlerin miktar ve çeşitleri de artmaktaydı. Kimi eliyle, kimi kırbacıyla, kimi öğle sıcağında sıcak kum ve taşların üzerinde eziyet ediyor, kimi de ancak rezil ve alçakların yapabilecekleri eziyetleri tatbik ediyordu. Müşrikler, şerefli ve asil mü’minlere daha fazla eziyet edip onların şereflerini çiğnemek istemişlerdi. Eziyet ve cefâlar umumîleşmiş, artık kurtulma imkânı kalmamıştı. Mekke’de müslüman olup da eziyete uğramamak mümkün değildi. Şu hâlde hicret etmek zorunlu hâle gelmişti.
Hürriyet içinde yaşayacakları, Mekke müşriklerinin tahakkümünden uzak olan, Kureyşliler’in sözlerinin geçmediği; iyi bir hükümdar tarafından yönetilen bir beldeye göç etmek gerekiyordu. Ezâ ve cefâların yapılmadığı, hiç kimsenin eziyet görmediği, zulümden uzak olan bir beldeye hicret etmek gerekiyordu. Burası da ancak, Habeşistan olabilirdi. Orada iyiliğiyle şöhret bulmuş, âdil bir hükümdar vardı. Peygamberimiz -aleyhisselâm-, mü’minlerin oraya hicret etmelerini düşündü.1
Sevgili ashâbına çok düşkün olan Peygamberimiz -aleyhisselâm-, onlar için bir çıkış yolu gösterdi:
“–Siz şimdi yeryüzüne dağılınız! Yüce Allah sizi yine bir araya getirecektir. Ama şimdi siz yeryüzüne dağılınız!”2
Akla hayale gelmedik işkence ve eziyetlerle, çok kötü bir duruma gelmiş olan, mazlum sahâbîler sordular:
“–Nereye gidelim ey Allâh’ın Rasûlü?”
Peygamberler Sultanı, Habeşistan tarafına doğru mübârek elini uzatarak cevap verdi:
“–İşte oraya! Habeş ülkesine giderseniz iyi olur. Çünkü orada yanındakilerin hiçbirine zulmetmeyen bir kral vardır. Hem orası bir doğruluk ülkesidir. Yüce Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar siz orada kalınız!”3
Habeş ülkesi Mekkeliler için bilinen bir yerdi…
Çünkü bu ülke ile öteden beri karşılıklı ticarî ilişkileri vardı. Mekkelilerin emniyetle gidip ticaretlerini yaparak döndükleri bir ülkeydi Habeşistan. Bu gidiş-gelişlerde, Habeşistan’ın genel yapısı hakkında bir hayli malûmat sahibi olmuşlardı.
Peygamberimiz -aleyhisselâm-; sevgili ashâbını emniyetli bir yere göndermek istediğinden, Habeş ülkesini seçmişti. Habeşistan’a gitmenin bugün için daha güvenli olduğunu söylüyor ve inananları o istikamette yönlendiriyordu.
Habeşistan’a gidecek kimseler, yine Peygamber Efendimiz tarafından belirlendi. Bunlar da çabucak hazırlık yapıp yola çıkacaklardı…
Habeşistan’a hicret için, hemen hazırlıklara başladılar. Mekke’deki şiddete hedef olmaktan kurtulup, dinlerini daha iyi yaşayabilmek için; dördü kadın toplam on beş kişilik bir ekip yola koyuldu. Bu ekipte; Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın sevgili kızlarından Hazret-i Rukiye ve sevgili damadı Hazret-i Osman da vardı. Elbette bu yolculuk, fırsat kollayan müşriklerden gizli yapılacaktı. Gecenin karanlığında ve kimseye haber etmeden Mekke’den çıkış başladı. Yeni yepyeni bir dünya için hicret yaşanıyordu.
Habeş ülkesine gitmek için tespit edilen sahâbîler, şaşkınlık ve korku şoku altındaydılar. Nasıl gideceklerdi? Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ı müşrik canavarları içinde bırakıp gidebilirler miydi?
Nasıl ayrılacaklardı O’ndan? Bırakmak istemiyorlardı O’nu. Ayrılmak istemiyorlardı O’ndan. Ama emir bizzat Rasûlullah -aleyhisselâm-’dan gelmişti:
“–Gidiniz!”4
O; «Gidiniz!» diyorsa, gidilecekti. O’na itaat Allâh’a itaat hükmündeydi. İtaatsizlik olmazdı.
15 kişilik ilk muhâcir kafilesi yola çıkmaya hazırlandığında; her biri, hıçkırıklarını içlerine gömerek, doğup büyüdükleri memleketlerini gizlice terk etmeye başladılar. Duruma göre; birer, ikişer, üçer çıkıp, ileride buluşarak yol alacaklardı.
Bunların bir kısmı tek başına, bir kısmı da karı-koca ailece yola çıktılar. Yol boyu katılımlar olacak ve bu sayı ileride bir hayli artacaktı…
Habeş ülkesine hicret etmek için Mekke’den gizlice yola çıkanlar şunlardan oluşuyordu:
Hazret-i Abdurrahman bin Avf bin Abd-i Avf,
Hazret-i Âmir bin Rebiâ bin Mâlik,
Hazret-i Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebîa,
Hazret-i Ebû Sebre bin Ebû Ruhm bin Abduluzza,
Hazret-i Ebû Seleme Abdullah bin Abdulesed,
Hazret-i Leylâ bint-i Ebû Hasme (Âmir bin Rebîa’nın hanımı),
Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr bin Hâşim,
Hazret-i Osman bin Affân bin Ebû’l-Âs bin Ümeyye,
Hazret-i Osman bin Maz‘ûn bin Habîb,
Hazret-i Rukiye (Peygamberimiz’in kızı ve Hazret-i Osman’ın hanımı),
Hazret-i Sehle bint-i Süheyl bin Amr (Ebû Huzeyfe’nin hanımı),
Hazret-i Süheyl bin (Vehb) Beyzâ,
Hazret-i Ümmü Gülsüm bint-i Süheyl bin Amr (Ebû Sebre’nin hanımı),
Hazret-i Ümmü Seleme bint-i Ebû Ümeyye (Ebû Seleme’nin hanımı),
Hazret-i Zübeyr bin Avvâm bin Huveylid.
10 erkek ile 5 hanımdan oluşan 15 kişilik bu muhâcir kafilesi, İslâm’da Habeş ülkesine ilk hicret eden kafile idi. Onlar daha yola yeni çıkmışlardı ki, Hazret-i Abdullah bin Mes‘ûd ile Hazret-i Hâtıb bin Amr da arkalarından yetiştiler. Böylece ilk muhâcirlerin sayıları 17’yi bulmuş oldu. İleride bu sayı daha da artacaktı.5
Allah ve Rasûlü aşkına yollara düştüler…
Daha önce geçtiği gibi; Habeşistan, Mekke tüccarlarının yoğun bir şekilde ticarî ilişki içerisinde bulundukları bir bölgeydi. Bu sebeple bütün Arap tüccarlarının çok iyi bildikleri bir yerdi. Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın; risâlet öncesi dönemde, Habeşistan’a gittiğine dair bir rivâyet yoktur. Ancak buna rağmen; Habeşistan ve oradaki idarenin niteliği hakkında bilgilere sahipti. O’nun Habeşistan’daki yönetim hakkındaki olumlu bilgileri, Habeşistan’ı hicret bölgesi olarak tercih etmesine sebep oldu.
Sahâbe-i kirâmın hepsinin en büyük özelliklerinden biri de, Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a mutlak itaatleri idi. Bunun için de; O’nun her emrine büyük bir teslîmiyetle itaat ettikleri gibi, bu emrine de itaat etmişler ve Habeş muhâcirleri olarak aynı kaderi paylaşarak yola düşmüşlerdi…
Rasûlullah -aleyhisselâm-’dan ayrılık çok üzmüştü onları. Bu hüzün ile yol almaya çalışıyorlardı. Gözleri de gönülleri de Mekke’de kalmıştı hepsinin…
Habeş ülkesine ilk hicret, Nübüvvetin beşinci yılında ve Recep ayında oluyordu.6
Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın tâlimâtıyla yola çıkmışlardı. Bunlardan kimi binitli, kimisi de yaya olarak yol alıyorlardı.
Mekke’den gizlice ayrılmış olan ilk muhâcir kafilesi, bin bir zorlukla Kızıldeniz sahilindeki Şuaybe limanına varmayı başardı.
Şuaybe limanında hareket etmek üzere olan iki gemi gördüler. İki ticaret gemisi ile ayrı ayrı görüşüp, onca dil döktükten sonra anlaşmaya vardılar. Tüccarlar bu muhâcirleri; Habeş ülkesine götürmek üzere, yarım altına gemiye bindirmişlerdi.
Habeşistan; Mekke’nin batısında, Sudan çölleri ile Yemen’deki Kızıldeniz’den Kulzum şehrine kadar devam eden bir ülkedir.7
Müslümanlar, İslâm için düşmüşlerdi yola. Allah ve Rasûlü aşkıyla gidiyorlardı. Onların en önde gelen vasıfları, Peygamber Efendimiz’e itaat idi…
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
_________________________________
1 Ebû’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 69.
2 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 344.
3 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 222.
4 Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 184.
5 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 204.
6 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megāzî ve’s-Siyer, c. 1, s. 114.
7 Kulzum, hem deniz hem de şehir adıdır. Burada şehir anlamında kullanılmıştır. Kulzum şehri; Eyle ve Tûr’a yakın, Kızıldeniz sahilinde bulunmaktadır. Bazen deniz bu şehre nisbet edilerek, Kulzum Denizi denilmektedir. Bahru’l-Kulzum, Kızıldeniz’in bir diğer adıdır. İbn-i Hazm, Cevâimu’s-Sîre, s. 259.