Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler – ŞAŞMASIN ADÂLETİ
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Seyyid Emîr Külâl -kuddise sirruhû- 1284 senesinde Buhâra’nın Süharî Köyü’nde doğdu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in neslindendir. Çömlekçi mânâsına gelen «Külâl» lâkabıyla anılır.
Emîr Külâl Hazretleri gençliğinde güreşmeyi çok severdi. Bir gün güreş meydanında Muhammed Baba Semmâsî ile tanışıp talebesi oldu. Kısa zamanda kemâle erdi. Daha sonra Bahâeddin Nakşibend’in tasavvufî terbiyesiyle vazifelendirildi.
Emîr Külâl, 28 Kasım 1370 tarihinde, doğduğu köyde vefat etti ve oraya defnedildi. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, s. 137)
***
Emîr Külâl -kuddise sirruhû-; bir gün Cuma namazını Buhâra’da kıldıktan sonra müridleriyle evine dönerken, çayırda oturmuş bir grup insan gördü. Bu insanlar Timur’un etrafında toplanmışlardı. Timur; bu zâtın Emîr Külâl Hazretleri olduğunu öğrenince, hemen yanına gidip tavsiyelerini rica etti.
Emîr Külâl sonraları Semerkand’a yerleşen Timur’a oğlunu göndererek şöyle demesini tembihledi:
“–Oğlum! Timur’a söyle, eğer Allah Teâlâ’nın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa takvâdan ve adâletten asla ayrılmasın! Bunları kendisine şiâr edinsin ki kıyâmet günü kurtulabilsin! Eğer dünyaya meylederse, kendisine yapılan duâların faydasını göremez.” (Osman Nûri TOPBAŞ, Altın Silsile, s. 289)
SEVDAYA HİCRET
Mehmed Vehbi Efendi, 1861 yılında Konya’nın Hâdim kazasında dünyaya geldi. Ulemâdan Çelik Hüseyin Efendi’nin oğludur. İlk tahsilini köy mektebinde aldı. 1876-1880 yılları arasında İslâmî ilimler tahsil etti. 1888’den itibaren ders okutmaya ve talebe yetiştirmeye başlayan Vehbi Efendi, Konya’nın yetiştirdiği büyük âlimlerdendir.
1908’de Meşrutiyet meclisinde Konya meb‘usu olarak bulundu. Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin başında vazife aldı.
1915’te «Hulâsatü’l Beyân» adlı on beş ciltlik tefsir kitabını tamamladı. Bu kitabı tab‘ ettirmek istediğinde, matbaa; «sayfaların arkalı önlü değil tek yaprağa yazılması gerektiği»ni söyleyince, bu vazifeyi de başkalarına vermeyip 7000 sayfalık eseri tekrar el yazısıyla yazdı.
Hoca Mehmed Vehbi ÇELİK Efendi, 27 Kasım 1947’de vefat etti. Kabri Konya’da Ankara yolu üzerinde Musallâ Kabristanı’ndadır.
***
Ali Ulvi KURUCU anlatır:
Yakınlarımızdan Samedzâde Hacı Mehmed Ağa bir akşam pederimi «vedâ ziyafeti» diyerek evine davet etti. Meğer Samedzâde’nin maksadı; babamı, doğru bulmadığı hicret yolculuğundan vazgeçirmekmiş.
Ev sahibi; misafirlerden, babamı seferden vazgeçirmelerini isteyip, bu minvalde şeyler söyleyince, babam şahlanıp; «bu hayatta mal-mülk istemediğinden, evlâtlarını sırtında su taşıyarak dahî olsa okutacağından samimiyetle ve heyecanla söz edince» bu cevabı dinleyen Hâdimli Vehbi Efendi; kendisinden beklenenin tam aksine, coştu ve ev sahibine hitap ederek şunları söyledi:
“Hacı Mehmed Efendi, bu hâle gelen bir dâvâya aşk derler. Bu, gönülden taşan akîdeye yerleşmiş îman aşkıdır. Bunun önüne geçilmez. Bu bir sevdadır, bir ilâhî aşktır… Bırakın İbrahim Efendi gitsin de oğullarını okutsun. Ben oğullarımı okutamadım. Birisi tüccar, birisi avukat oldu. Kitaplarımı düşünüyorum. Acaba ben öldükten sonra, kitaplarım hangi mezatta satılacak, hangi ellere düşecek, kimlere gidecek.”
Sonra babama dönerek şu güzel hitapta bulundu:
“Oğlum, aslan oğlum! Siz o babanın oğlusunuz. Hacı Veyis Efendi’ye böyle evlât yaraşırdı. Git de oğullarını okut, Allah muvaffakiyetler versin!”
Bu sahne gözümün önünden silinmez. Hocaefendi şunları da söylemişti:
“Aslan oğlum, sen sakalık yapmaya hacılara su taşımaya râzı olacaksın da Rezzâk-ı Âlem olan Rabbü’l-Âlemîn seni bırakacak mı? Oğlum Allâh’ın var! Mademki aşkın bu hâle geldi, bunun önüne geçilmez… Hacı Mehmed Ağa! Buna gitme demek, bu yolun yolcusuna gitme demek, dur demek, en büyük cinayet olur. Bırakın gitsin de evlâtlarını yetiştirsin.” (M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Üstad Ali Ulvi KURUCU Hâtıralar 1, s. 99, 100, 181)
GÖZ ÖNÜNDE
Sultan I. Ahmed Han, 18 Nisan 1590’da Manisa’da doğdu. İyi bir tahsil gördü. Babası III. Mehmed’in vefatı üzerine 1603’te Eyüp’te kılıç kuşanarak tahta geçti.
İlim ve irfan ehline önem verir, tavsiyelerine başvururdu. On dört yaşında padişah olan on dördüncü Osmanlı padişahı Sultan Ahmed Han, tahtta kaldığı on dört yıl müddetince birçok nâdîde hayır müessesesi bıraktı. Bunların en başında; bulunduğu semte ismini veren, Sultanahmet Camii yer alır. Kendisinin temel atma merasiminde bizzat taş ve harç taşıdığı bu cami; hâlen İstanbul silûetinin vazgeçilmez bir unsuru, ecdâdımızın ümmete hediye ettiği muhteşem bir eserdir.
Sultan Ahmed Han; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e derin bir tâzim, hürmet ve muhabbet beslerdi. Kayıtbay’ın türbesinde bulunan Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayak izini İstanbul’a getirtmek istemesi, daha sonra O’nun kadem-i şerîfini sorguç yaptırıp sarığına koyması, bu muhabbetin en âşikâr bir remzidir.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri ile olan münasebetleri, hoca-talebe ilişkisinden farksızdır. Sultan; bazen rüyalarını tabir ettirir, bazen görüş ve fikirlerini sorar bazen de Hüdâyî Hazretleri tarafından ince bir edebî sanatla uyarılırdı.
On dört yıllık saltanat müddetince ülkesini maharetle yöneten Sultan I. Ahmed Han, hastalığı sebebiyle 21 Kasım 1617’de 28 yaşında vefat etti. Kabri, Sultanahmet Camii yanındadır.
***
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri bir gün, Sultan Ahmed Han’la sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Padişah, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı.
Vâlide Sultan kalbinden;
“–Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bir kerâmetini görseydim.” diye geçirdi. Bunun üzerine Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Vâlide Sultan’ın gönlünden geçenleri sezerek;
“–Hayret! Bazıları bizim kerâmetimizi görmek isterler. Halîfe-i rûy-i zemînin elimize su döküp, muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurarak Vâlide Sultan’ın gönlündekine işaret etti.
BIRAKMAYIZ!
Ömer Fahreddin TÜRKKAN Paşa Rusçuk’ta doğdu. 93 Harbi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. 1888’de Harp Okulunu, 1891’de Erkân-ı Harbiyyeyi bitirdi. 1914’te mirlivâlığa terfî etti. 1915’te 12. Kolordu’daki vazifesine ilâveten, 4. Ordu kumandan vekilliğine getirildi.
İngilizlerle anlaşan Mekke
Şerîfi Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine 1916’da Medine’ye gönderildi. O; Medine’ye ulaştıktan birkaç gün sonra, isyan başladı. Medine karakollarına saldırdılarsa da Fahreddin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. Fahreddin Paşa elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine’yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. Kaleyi tahliye etmesini isteyen İstanbul hükûmetine direndi. En nihayet Mondros Mütarekesi imzalanınca Şerif Abdullâh’ın kuvvetleri 13 Ocak 1919’da Medine’ye girdi. Fahreddin Paşa bir medreseye kapanıp dirense de kendi askerlerinin baskısıyla Medine teslim edilmiş oldu.
İngilizler tarafından «Türk kaplanı» diye adlandırılan Fahreddin Paşa, 27 Ocak’ta savaş esiri olarak Mısır’a gönderildi. Daha sonra Malta’ya sürgün edildi. 1921’de Malta’dan kurtularak Millî Mücadele’ye katılmak için Ankara’ya geldi. Aynı yıl TBMM’nin Kābil sefirliğine tayin edildi. 1936’da emekliye ayrılan Fahreddin Paşa 22 Kasım 1948’de vefat etti. Kabri Rumeli Hisarı’ndadır. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 12, s. 88)
***
Fahreddin Paşa ve «Mehmetçiklerim» dediği mübârek ve cesur askerleri, teslim tekliflerine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bir teslim teklifi karşısında Fahreddin Paşa aynen şöyle kükremişti:
“… Malûmunuz olsun ki kahraman askerlerim; Müslümanlığın göz bebeği olan Medine’yi son fişek, son damla kan ve son nefesine kadar savunmaya kararlıdır. Buna askerce bir lisanla ant içmiştir. Bu asker; Medine’nin enkazı içinde ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil kubbesi altında kan ve ateşten örülmüş kızıl bir kefenle gömülmedikçe, Medine Kalesi’nin burçlarından ve Mescid-i Saâdet minarelerinden Türk bayrağı indirilemeyecektir…”