Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler – EFENDİMİZ’İN CİĞERPÂRESİ

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-, 10 Ocak 626’da Medine’de doğdu. Ağabeyi Hasan ile birlikte tâbiînden Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den kıraat öğrendi. Hazret-i Osman ve babası Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ- zamanında yapılan seferlere ağabeyi ile birlikte iştirak etti.

Muâviye’nin vefatından sonra Şamlılar Muâviye’nin oğlu Yezid’e bey‘at ettiler. Yezid’in iktidarı ele almasından sonra Kûfeliler Hazret-i Hüseyin -radıyallahu anh-’a mektuplar göndererek onu davet ettiler. Yanlarına geldiği takdirde kendisini «Emîrü’l-Mü’minîn» ilân edeceklerini söylediler. Bunun üzerine Hazret-i Hüseyin Kûfe’ye gitmeye karar verdi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- ve tâbiînin ileri gelenleri onu bu karardan vazgeçirmek istedilerse de muvaffak olamadılar.

Az sayıda bir birlikle yola çıkan Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-, Hurr bin Yezid’in ordusu ile karşılaştı. Bu ordu onları Kerbelâ’ya doğru sürükledi. Kerbelâ’da Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- ve beraberindekiler şehâdet şerbetini içti.

Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-, Hicrî 61 yılı 10 Muharrem’inde şehîd oldu. Kabri, Kerbelâ’daki türbesindedir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 18, s. 519)

***

Hazret-i Abbâs’ın zevcesi Ümmü’l-Fadl, bir gün Peygamberimiz’in yanına gelip;

“–Ben bu gece bir rüya gördüm.” dedi.

Efendimiz;

“–Ne gördün?” diye sordu.

Ümmü’l-Fadl;

“–Çok şiddetli ve mihnetli bir rüya!” dedi.

Allah Rasûlü;

“–Nedir o, söyle!” buyurunca Ümmü’l-Fadl;

“–Senin bedeninin bir parçasının kesilip benim evime konulduğunu gördüm.” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz;

“–Hayır görmüşsündür inşâallah! Fâtıma bir oğlan doğuracak, sen de ona oğlun Kusem’in sütünü emzireceksin.” buyurdu. Bir müddet sonra Hazret-i Hüseyin dünyaya geldi. Ümmü’l-Fadl ise ona sütanneliği yaptı. (Hâkim, III, 194; İbn-i Sa‘d, VIII, 278-279)

MALINIZ, CANINIZ BİZE EMÂNET

Sokullu Mehmed Paşa, 1505’te Bosna’nın Sokoloviç köyünde dünyaya geldi. İlk eğitimini Bosna manastırlarında aldı. Kanunî Sultan Süleyman’ın hükümdarlığının ilk yıllarında Bosna’dan saraya devşirme olarak alındı. Müslüman oldu. Bu sırada «Mehmed» adını aldı ve Edirne Sarayı’na gönderildi. Buradaki eğitiminin ardından Enderun’a alındı. Sırasıyla rikâbdar, çuhadar, silâhdar, çaşnigîrbaşı ve büyük kapıcıbaşı oldu. Sokullu, Barbaros Hayreddin Paşa’nın vefatı üzerine kaptan-ı deryâlığa tayin edildi. 956’da Semiz Ali Paşa’nın yerine Rumeli Beylerbeyiliğine getirildi. 968’de ikinci vezir oldu. Zigetvar Seferi’nde Kanunî’nin yanındaydı. Padişah’ın vefatı üzerine kuşatma yarım kalır düşüncesiyle padişahın vefat haberini gizleyerek bu süreci iyi yönetti.

12 Ekim 1579’da konağında ikindi dîvânına gelen derviş giyimli biri tarafından hançerlenerek şehid edildi. Kabri, Eyüp’teki türbesindedir.

***

Osmanlı Devleti’nin zirvede bulunduğu bir zamanda sadrâzamlık yapan ve Sırp kökenli olmasına rağmen, samimî bir mü’min ve başarılı bir devlet adamı olan Sokullu Mehmed Paşa; cami, medrese, çeşme vb. hayır eserleri vücuda getirmiş ve bunları vakıf sûretinde ebedîleştirmiştir. Onun bir vakfiyesine atfen Evliyâ Çelebi’nin verdiği şu malûmat ne kadar ibretlidir:

“…Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikram edeler. Fakat cihan yıkılsa hiçbir kimseyi yola revân olmak üzere dışarı bırakmayalar, mutlaka gecelik istirahatini sağlayalar.

Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de hancılar tellâllar gibi;

«–Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?» diye nidâda bulunalar. Misafirler hep birden;

«–Tamamdır. Allah Teâlâ, hayır sahibine rahmet eyleye!» dediklerinde, kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak;

«–Dikkat edin! Dalgın gitmeyin! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!..» diye duâ ve nasihat ile uğurlayalar.” (Osman Nuri TOPBAŞ, Vakıf İnfak Hizmet, s. 36)

SAVAŞIN HÂLİ BUDUR!

Hoca Sâdeddin Efendi, 1536’da İstanbul’da dünyaya geldi. Yavuz Sultan Selim’in nedîmi Hasan Can’ın oğludur. Hoca Sâdeddin Efendi’nin çocukluğu, ailesinin bulunduğu Osmanlı merkez saray çevresi sayılan ortamda geçti. Babasından sözlü olarak Osmanlı sultanları hakkında öğrendiği bilgiler, onun tarih bilgisinin temelini oluşturdu. Hoca Sâdeddin, başarılı bir eğitimden sonra edindiği geniş bilgi ve görgüsüyle Osmanlı sultanları katında itibar kazandı. Müderrisliğe tayin olan Hoca Sâdeddin Efendi; Sultan II. Selim’in takdirini kazandığı için, Manisa’da Vali bulunan Şehzâde Murad’ın hocası İbrahim Efendi’nin vefatı üzerine Şehzâde hocası olarak 1573’te oraya gönderildi. Bostanzâde Mehmed Efendi’nin vefatıyla Hoca Sâdeddin Efendi Şeyhülislâmlığa getirildi.

1599’da Ayasofya Camii’nde III. Murad’ın rûhuna ithaf edilmek üzere tertiplenen mevlid-i şerifte duâ etmek üzere bulunduğu sırada vefat etti.

***

Kanunî’den beri padişahlar seferlere katılmıyordu. Hoca Sâdeddin Efendi’nın ısrarıyla III. Mehmed ordunun başında sefere çıktı.

Haçova Muharebesi’nin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri Padişah’ın bulunduğu merkez kısma saldırdılar. Padişah; otağına çekilerek, sırtına Peygamber Efendimiz’in hırka-i şerîfini giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephane sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vaziyet tehlikeli bir hâl almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Han, yanında bulunan Hoca Sâdeddin Efendi’ye;

“–Efendi, şimdiden sonra ne yapmamız gerek?” diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi;

“–Sultanım lâzım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamanında olan muharebeler çoğunlukla böyle vâkî olmuştur. Rasûlullah Efendimiz’in mûcizeleri ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun.” dedi.

Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı, karakollukçu denilen hizmetçi grubu; bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda; «Düşman kaçıyor!» diye bağırarak, askerleri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Çağalazâde de, gizlendiği pusudan çıkarak süvarileriyle hücuma geçti. Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı, bataklıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Han’ı dimdik atının üzerinde, Hoca Efendi’yi de onun yanı başında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler.

BU ADAM MI KÖR?

Âşık Veysel, 25 Ekim 1894’te Sivas’ta doğdu. Yedi yaşında iken geçirdiği çiçek hastalığı yüzünden önce sağ gözünü, daha sonra da babasının elindeki övendirenin saplanması üzerine sol gözünü kaybetti.

Soyadı kanunundan sonra Şatıroğlu soyadını alan Âşık Veysel’i edebiyat dünyasına Ahmet Kutsi TECER tanıtmıştır. Âşık Veysel’e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından «ana dilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı» özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinden aylık bağlandı.

Yûnus Emre’nin etkisi altında kalarak söylediği şiirlerinde halk kültürünün mayasına karışan yönleriyle tasavvuftan izler bulunur. Aşk şiirlerindeki deyişleriyle bir yönden de Karacaoğlan’ın devamı gibidir. Şiirlerinde yer yer yöresinin ağız özellikleri de görülür.

Âşık Veysel ŞATIROĞLU, 21 Mart 1973’te vefat etti. Kabri, Sivas Sivrialan’dadır.

***

Âşık Veysel bir gün gömlek diktirmek için terziye gelir. Gömleği diktirdikten sonra yakasına doğru elini sürer. Sağlam gözlü bir adamın göremeyeceği bir dikiş eğriliğini fark edip terziye neden eğri diktiğini sorar. Terzi dikkatlice bakınca durumun farkına varır. Terzi sonra yanındakilere;

“Bu adama kör demek için en azından dört tane sağlam gözün olması gerekir.” der.