MUSA KÂZIM EFENDİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

“Günah işlemek, Allah’tan uzaklaşıp şeytana yaklaşmaktır!”
MUSA KÂZIM EFENDİ

Bu ay sizlere;

“Günahın sevgiliden uzaklaştırdığını bilmeyen; tövbenin rûhu olan nedâmete yaklaşmaz, Allah’tan uzak olduğuna dair nefsinde bir acı hissetmez. Gönlünde bu ıstırabı duymayan Allâh’a rücû edemez, dönemez. İşte bu dönmenin mânâsı, o günahı terk ve bir daha yapmamaya niyet ve azmetmektir.” diyerek, mahbûba vâsıl olabilmek için ilim, pişmanlık ve azmi birleştirerek hareket etmek lâzım geldiğini söyleyen bir «Gönül Sultanı»ndan söz etmeye, Harputlu Şeyh Musa Kâzım Efendi Hazretleri’ni tanıtmaya çalışacağım.

FRANSIZ KOLEJİNDE OKUDU

1896’da Harput’ta dünyaya gelen Musa Kâzım Efendi, ailenin tek çocuğuydu. Babası, şehirde yemenicilikle uğraşan Hüseyin Efendi; annesi, sâlihât-ı nisvandan Nasibe Hanım’dı. Soyunun Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ne dayandığı söyleniyordu. Küçük yaşta Hacı Tevfik Rıfkı Efendi’den Kur’ân-ı Kerim öğrenen ve Arapça dersleri alan Musa Kâzım Efendi; Harput’ta idâdiye muâdili Fransız Four (Fur) Kolejini bitirmiş, Arapça ve Fransızcanın dışında, Farsça, Kürtçe, Zazaca ve Ermenice de öğrenmişti.

Tasavvufa olan merakı ilk gençlik yıllarında başlamış, hocası Tevfik Rıfkı Efendi tarafından Miyadinli Şeyh Mehmed Efendi ile tanıştırılmıştı. Fakat o; Nakşibendî’nin Hâlidî kolu şeyhi Mustafa Naci Efendi’ye intisâb etmiş, sonradan onun halîfesi olmuş, kendisinden «Musa» lâkabını almıştı. Harput’un tanınmış sîmâlarından Hacı Hurşit Efendi’nin kızı Hatice Hanım’la hayatını birleştiren Musa Kâzım Efendi; bir süre Harput Nümûne Mektebinde Fransızca hocalığı yapmış, 1920’de (24) tayini Bitlis Sultanîsine çıkmış, fakat bu tayin babası tarafından durdurulunca görevine Harput merkezinde devam etmişti.

Musa Kâzım Efendi, 1929’da şeyhinin vefatı üzerine onun yerine postnişîn olmuştu. Temizliğe olağanüstü özen gösterir, yalan söze tahammül etmezdi. Müridlerine;

“Ne yaparsanız yapın, ama yalandan sakının!” tavsiyesinde bulunurdu. Geceleri az uyur, ibâdet eder, müridlerini de az uyumaları için sürekli ikaz eder, yatarken ayaklarını uzatmazdı. İleri yıllarında ticarete atılmış, bir süre hazır elbisecilik yapmıştı. Mütevâzı bir hayatı vardı; dünyada, oturduğu evi ile birkaç küçük tarlası dışında hiç mala sahip olamamıştı.

Kerâmetlerinden birkaçını şöyle sıralayalım:

GERÇEKTEN DÖVECEKTİM!

Aylardan Ramazan’dı; iftar saati yaklaşmış, ezana birkaç dakika kalmıştı… Tam o sırada Musa Kâzım Efendi’nin Kale ilçesinde oturan (Malatya’ya bağlı) müridlerinden Hacı Kaya’nın (eski milletvekili) kapısı çalınmış, adam kapıyı açtığında bir dilenci ile yüz yüze gelmişti. Dilenci boynunu bükerek;

“Hacı Efendi, iftarlık yemeğinizi bana verir misiniz?” diye seslenmişti. Hacı Kaya; kendisi için hazırladığı nefis iftar yemeğini dilenciye ikram ederek, onun bu talebini hemen yerine getirmişti. Fakat ertesi akşam aynı saatte kapısı yeniden çalınmış, dünkü dilenci yine kapıda görünmüştü. Önceki cümleyi tekrarlayarak;

“Hacı Efendi, iftarlık yemeğinizi bana verir misiniz?” demişti. Hacı Kaya, hiç tereddüt göstermeden iftar yemeğini bu defa da dilenciye uzatmıştı. Üçüncü akşam kapı aynı saatte yeniden çalınınca, Hacı Kaya bu defa sinirlenmiş, sert adımlarla kapıya yönelmiş;

“Bu adamın yaptığı yetti artık!.. İki gündür tam iftar vakti gelip, yemeğimi alıp gidiyor, bugün üçüncü gün, kötü alıştı!” diye söylenmeye başlamıştı. Fakat kapıyı açınca bir sürprizle karşılaştı. Bu defa gelen dilenci değil, şeyhi Musa Kâzım Efendi idi. Hacı Kaya şaşırmış, ama şeyhini görünce sevinmişti. Efendi Hazretleri gülümseyerek;

“–Hacı Kaya; biz her gün fakir sûretinde gelmeyiz, gördüğün gibi bugün de kendi sûretimizde geldik! Ne o, yoksa beni dövecek miydin?” dedi. Hacı Kaya mahcup cevapladı:

“–Doğru buyurdunuz efendim; eğer kapıyı açar açmaz, karşımda sizi değil de yine o dilenciyi görseydim, gerçekten dövecektim!”

FAZLASI İNSAN İŞİ DEĞİL!

Şehirde Otelci Celâl diye bilinen Celâl Efendi; Musa Kâzım Efendi ile yeni tanışmış, kısa süre sonra da ondan ders almaya başlamıştı. Öğütlerini titizlikle yerine getiriyor; fakat uykuya olan zaafının önüne geçemiyor, çok uyuyordu. Bir gece tesbihâtını yerine getirmiş, ancak iki saat kadar uyumuştu. O gün şeyhinin sohbetinde bir ara Musa Kâzım Efendi ile göz göze gelmiş, gönlünden şöyle geçirmişti:

“–Efendi Hazretleri! Bu uyku bana az geliyor, bütün dengem bozuluyor!”

Şeyh Efendi ânîden sohbetini kesti ve bakışlarını kendisine çevirerek;

“–Tasavvuf yolunda yürüyene iki saat uyku yetmez mi Celâl Efendi?” diye sordu.

Otelci Celâl, olayın gerisini şöyle anlatıyor:

“–Bir an için düşüncelerimi nasıl okuduğuna şaşırmıştım… Ama insan iki saat uyku ile günlük hayatını nasıl sürdürebilir?” diye içimden kendisini eleştirmeye başlamıştım. Yeniden bana dönerek;

«–Peki Celâl Efendi, haydi dört saat olsun!» dedi. Neler olduğunu anlayamıyordum, aklımdan geçenleri nasıl okuyabiliyordu? Ben yine de sağlıklı bir hayat sürebilmek için sekiz saat uyumak gerektiğini düşünüyordum. Gözlerimin içine bakarak;

«–Tamam Celâl Efendi, haydi altı saat olsun!» dedi.

İçimdeki şeytan ikna olmuyordu; «Şeyhim altı saat de az…» diye gönlümden geçirdim. Birden ellerini havaya kaldırarak;

«–Bak Celâl, uykunun altı saatten fazlası insan işi değil!» deyiverdi…

O gün böyle bir kerâmetine şahit oldum. Tavsiyesine uydum, uyku saatlerimi ayarladım, problemim sona erdi…”

HESAP SORANLAR ÇIKAR!

Musa Kâzım Efendi; Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidara gelmesinden sonra, Başbakan Adnan MENDERES’e mektup yazarak, tek parti zamanında millete çektirdiği sıkıntı ve eziyetler sebebiyle İsmet Paşa’dan hesap sormasını istemişti. Daha sonra dönemin Elazığ milletvekillerinden Rasim KÜÇÜKEL; kendisini Menderes’le tanıştırmış, Ankara’da bir araya gelmelerini sağlamıştı. Şeyh Efendi, bu görüşmede de başbakandan millete yapılanların hesabının sorulması lâzım geldiğini söylemişti. Rahmetli Menderes’in cevabı ise şöyle olmuştu:

“–Devr-i sâbık yaratmayacağız!”

Bunun üzerine Efendi Hazretleri:

“–Sayın başbakanım! Siz kimseden hesap sormak istemiyorsunuz, ama yarın sizden hesap soranlar çıkabilir. Bu sözümü sakın unutmayın!”

27 Mayıs 1960 darbesi sonrası, bu zarif insandan maalesef idamıyla neticelenen acı bir hesap sorulmuştu.

TOPUN İÇİNDE NE VAR?

Musa Kâzım Efendi’nin 12-13 yaşlarındaki torunu Hüseyin, mahalle çocuklarıyla birlikte top oynuyordu. Bir müddet sonra şeyhin hizmetinde bulunan Bekir Ağa yanlarına gelerek;

“Hüseyin, deden seni çağırıyor!” diye seslendi. Hüseyin, dedesine olan sevgi ve saygısı sebebiyle oyunu bırakıp, hemen eve koştu. İçeri girdiğinde kendisini karşılayan Musa Kâzım Efendi;

“–Evlâdım bunca zamandır ne yapıyordun, neden yemeğe geciktin?” diye sordu.

“–Arkadaşlarımla top oynuyordum!”

“–Topun içinde ne var?”

“–Hava var dedeciğim!”

“–Bak kendin de itiraf ettin, oynadığınız hava imiş. Haydi, elini yüzünü yıka da yemeğe hazırlan bakalım!”

***

25 Mart 1967’de 71 yaşında iken vefat eden Musa Kâzım Efendi; Harput’taki Meteris Mezarlığı’na defnedilmiş, daha sonra üzerine beş sütunlu, kubbeli, demir şebekeli bir türbe inşa edilmişti. Şeyh Efendi’nin, vefatından bir süre önce yaptığı vasiyetindeki şu cümle ne kadar dikkat çekicidir:

“Aklınıza, ilminize, inancınıza göre yorum yapmayın; bizlerden önce yaşamış İslâm âlimlerinin yorumlarına müracaat edin!”