KAÇ GÜN KALACAĞIZ?

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Lokman Hakîm oğluna yaptığı önemli bir nasihat ve vasiyetinde;

“Ölümü unutma! Allâh’ı unutma! Âhireti unutma!” diyor.

Ölümü unutma! Herkes ölümü gözüyle gördüğü hâlde unutur, dünyalık için neler yapmaz ki?!. Çekişmeler, kavgalar, stresler… Hâlbuki hepimiz dünyada üç-beş günlük misafiriz. Dünya hayatı o kadar kısa ki… Bir göz yumup açmış gibi gelir, geçer. Hani nerede baban, deden, sevdiklerin, arkadaşların? Göçüp gitmişler…

Yûnus Emre ne güzel söyler:

Ana rahminden geldik pazara,
Bir kefen aldık döndük mezara.

Bir başka şair de;

Geçti ömrüm neyleyeyim,
Geçmiş ömrün peşindeyim.
Arkadaşlar göçtü gitti,
Ben de binek taşındayım.

Yani;

“Göçmeye hazırım.” demiştir.

Gerçekten göçmeye hazır mıyız? Şair Necip Fazıl, göçmeye hazır olmayı ne güzel ifade etmiş:

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e; «hoş geldin!» diyebilmekte hüner…

Ecel ânı geldiğinde iki hâl var:

Biri;

“Ben hazırım, her işimi hallettim, diplomamı aldım, öbür taraf için azığımı hazırladım, telâş etmem için bir sebebim yok.” diyor.

Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi;

“Bugün düğün gecesi, Mevlâ’ma gidiyorum, ey beni sevdiğime götürecek Azrâil, hoş geldin…” diyor.

Diğeri ise;

“Aman ha, daha beklemiyordum, bir hayli yapacak işlerim var, zekâtımı vereceğim, infak yapacağım, herkesle helâlleşeceğim, ne olur bana müsaade et. Hiç değilse bir gün?!.” diye yalvarıyor.

Fakat ecel geldi mi ne bir saniye öne, ne bir saniye sonraya kalır:

“Hayır! Her şey bitti. Bu yapacaklarını daha önce yapsaydın. Ölümü unutmasaydın!” denilir.

Hâce Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh- de;

“Herkes ölecek, öbür tarafa göçecek. Ne mutlu yüz akı ile göçebilene…” demişlerdir.

Ölümü ve âhireti unutmamak, dünyanın âhiret karşısında bir hiç olduğu hatırlayıp dikkate davet etmektir. Yoksa bunlar;

“İşi, aşı bırak, yelkenleri indir, hiç çalışma, yan gel yat!..” anlamına gelmemelidir. Tabiî ki iaşemizi kazanmak için çalışmak da ibâdettir.

Bu hatırlatmalar; “İbâdetlerine, adâlete, kul hakkına dikkat et, ömür kısadır!” diye ikazdır. Şeytanın, nefsinin peşinden gitmemen için bir uyarıdır. Allâh’ın emirlerinin, Peygamber’in sünnetlerinin dışına çıkılmaması, İslâm’ı aşkla, şevkle yaşamak ve yaşatmaya gayret etmek içindir.

Ölümü, âhireti ve Allâh’ı unutmamanın bir faydası da stresten kurtulmaktır. Bu dünyada bir yanlışa sinirlenebiliyoruz, bir hataya kızabiliyoruz. Fakat orada da durup düşünmeli:

Değer mi?

Bu değerlendirmeyi yapmazsa, insan kendi kendini yıprattığı gibi, zaman zaman haksızlıklara da düşebilir. Kendimize soralım:

“Bu hata öfkelendiğime değer mi?

Bu yanlış; girdiğim strese, husumete değer mi?”

Şu hâtıra bunun güzel bir misali:

Yazlıkta idik, yazın sonları yaklaşıyordu. «Şehirdeki evimizi boyatalım.» dedik. Çağırdım, boyacıya dedim ki:

“Kardeşim eskiden beri boyacımızsın. Açık renklerden sevdiğin bir şeyler yap. Bir odayı krem yap, birini havaî mavi yap…” Bir-iki renk söyledim.

Hanım da bana durmadan tembih ediyor:

“Biz yazlıktayız. Göremiyoruz. Aman sen her gün kontrol et. Adam, sevimsiz, koyu, ciyak bir renk yapmasın. Ağırbaşlı, açık bir renk olsun.”

Benim de zamanım yok, açıkçası pek de umurumda değil… Derken adam boyayı bitirdi;

“Gelin bakın!” dedi.

Gittik. Hanım beğenmedi, başladı söylenmeye:

“–O kadar söyledim, sen gelip buraya hiç bakmamışsın. Baksaydın böyle mi yapardı?!. Bak renklerin hepsi koyu, ciyak ciyak olmuş.”

Ben dedim ki:

“–Şimdi bunları bırak da seninle bir Oylat’a gidelim, İnegöl’e, kaplıcalara… Oylat’ın tam zamanı. Hem tatil yapalım, hem de gerginliği kapatalım.”

Vardık Oylat’a, termal hamamın bitişiği, eskiden yapılmış Belediye otelinin resepsiyonuna sordum:

“–Yeriniz var mı?”

“–Var!”

Otellerin odaları çok küçük oluyor. Sordum:

“–Nasıl odalarınız?”

“–Madem soruyorsunuz; işte 3-4 tane anahtar. Gezin görün. Hangi odayı beğenirseniz onu alın.”

Biz yukarıya çıktık, tek tek baktık. Odalar birbirine benzer ama birini turuncuya boyamışlar, ötekini bilmem kopkoyu yeşile boyamışlar, çeşit çeşit. Bizim evin beğenmediğimiz boyaları, bunların yanında çok daha güzel kaldı. Her odası da acayip koyu renk boyalı. Her odayı açtıkça diyorum ki:

“–Hanım, bak hangi boyayı seviyorsan, o odayı alalım.”

O da diyor ki:

“–Nesine bakayım? Biz burada altı üstü üç-beş gün kalacağız. Öyle olsa ne yazar, böyle olsa ne yazar? Ne fark eder ki!”

Dedim ki:

“–Hah işte benim söyleyeceğimi sen söyledin. Hiç başka yere gitmeye gerek yok. Benim sana söylemek istediğimi farkında olmadan sen ifade ettin.”

“–Ne dedim ki?”

“–Yahu biz bu dünyada kaç gün kalacağız? Sen evin boyasını beğenmiyorsun. Yok şöyle olmuş, yok böyle olmuş. Otelde az kalacağını düşündüğün gibi, dünyada da ne kadar kalacağını düşünsene, az koyu olsa ne yazar, az açık olsa ne yazar?”

Cenâb-ı Allah bize böylece gösterdi. Güzel bir mesaj.

Mutlu olmanın gerçek sırrı.

Ölümü düşün, hayatın tadını al. Renk için, boya için, daha başka şeyler için;

“Şu böyle yaptı, bu şöyle etti.” lâkırdısı için kendini üzme. Kimseye haksızlık da yapma. Hayat fânî… Esas başka bir hayat var. Ona da güzel ahlâkla gitmeli. Temiz bir kalple gitmeli. Âhirette hesabı kolay verecek şekilde, Sırât’ı kolay geçecek; Rabbimiz’in rahmetine, Peygamberimiz’in şefaatine talip, yüz akı ile öbür tarafa göçmek gayretiyle, cennetini umarak, cennette her şeyin en güzelinin olduğunu bilerek yaşamak lâzım…

Sadece ölümü düşünüp, dünyaya el sürmemek de değil maksat. İşin başına geçtin mi hiç ölmeyecekmiş gibi, en güzelini, en sağlamını yap. Boyacı isen, iş sahibinin istediğini güzelce belle, güzelce yap. Alın terini, gönül hoşnutluğuyla kazan. «Ölüm var» diye yaptığın işi basite alma, en güzelini yap. Nizam olsun, zarafet olsun, zanaat olsun, herkesin gözüne hoş görünen, beğenilen bir iş, bir ürün olsun. Ticaret ile ilgili âyet-i kerîmede, Rabbimiz;

“… karşılıklı râzı olmanız, birbirinizin gönlünü hoşnut etmeniz şartıyla…” (en-Nisâ, 29) buyuruyor. “Al, başına çal!” diye verilen maaşlar, ücretler, bedeller gönle zehir saçar.

Fakat iş sahibi, muhatap taraf da başta dediğimiz gibi; “Değer mi?” sorusunu sormalı. “Kaç gün kalacağım belli mi ki?” sorusunu sormalı.

Dünya da bir devre mülk… Bunun boyası için, kınası için kimseye kızmaya, darılmaya değmez.

Fakat kızacağımız, öfkeleneceğimiz yerler var. Hak nâmına, hakikat nâmına ciddî olacağımız sahalar var. Orada en küçük bir hakkı çiğnememeli, çiğnetmemeli…

Askerlikte bu hakkāniyetin bir misalini yaşadım.

Bir gün öğle vakti. Atlara yem vereceğiz.

Bir tavla var. Tavlanın genişçe bir kapısı var. Dışarıda içlerine yem konmuş torbalar hazırlanmış. Biz içeri girip atların boynuna takacağız.

Fakat bu işte bir incelik var:

İçeriye hep beraber girmeli. Bir dakika içinde işi bitirmeli.

Çünkü tek tek girilir, birine verilir, birine verilmezse, kendisine torba takılmayan atlar huysuzlanır. Sağa sola vurmaya başlar. Yaralanmalar olur. Zarar olur. Bunu daima tembih de ederler.

Yem verme usûlü sabit. Herkes eline üç-dört torba alıp, kapının önünde toplanacak. «İçeri gir!» tâlimâtı verilir verilmez bütün askerler hep birden içeri girecek. Herkes boş bulduğu bir atın başına yem torbasını asıverecek. Herkes bir anda yaptığı için bir dakikada hepsine yem takılmış olacak. Atların huysuzlanmasına fırsat kalmayacak.

O gün yine tembihler unutuldu. İkazlar kâr etmedi. Askerlerin kimi, bir an önce torbayı asayım da yemeğe gideyim, diye acele etti. Kimi ağırdan aldı, torbaları almakta gecikti, sıraya girdi. O istenmeyen şeyler oldu.

İş bitti. Tavladan çıktık, mevsim yaz. Tavlaların arasında yeşillikler var. Orada yemek yiyecekler. Piknik yapmış gibi. Ben dağınıklığı gördüğüm için askerlere başladım bağırarak konuşmaya;

“Kardeşlerim; size belki on defa, belki yirmi defa söyledik. Her zaman söylüyoruz. Bu bizim malımız değil, devletin malı. Devletin malını kollamak bize düşer…” deyince, herkeste bir sükûnet, bir sessizlik. Bunu fırsat bildim, konuşmaya devam ettim. Garibime gitti: Herkes can kulağıyla dinliyor. Ben devam ettim, beş-on dakika böyle nasihat ettim:

“Devletin malı, milletin malı… Vebâli yok mu? O hayvancağızların canı yok mu?..”

Onlar da pür dikkat dinliyorlar. Hiç beni hiç böyle dinlemezlerdi.

Nihayet dönüp baktım ki, arkamda bölük kumandanı duruyor. Ben onlara konuşurken gelmiş; «Susun!» işareti yapmış. Hepsi susmuşlar. Benim ağzımdan çıkan kelimelerin hepsi; devletin menfaatine, atların menfaatine, tahsis edilen şeylerin menfaatine; şahsım için hiçbir şey söylemiyorum.

Bu durum askerde benim itibarımı yükseltti. Çünkü kumandanın dinlediğini bilmiyorum. Tamamen hasbî bir şekilde, samimî bir şekilde içimden geleni söyledim. Müessesenin iyiliğini istediğimi ifade etmiş oldum…

Şimdi düşünelim:

Birinin iyiliğini isteyerek konuşuyorsun, anlatıyorsun, tâlim ediyorsun, eğitiyorsun, kimse beni görmedi zannediyorsun.

Cenâb-ı Allah görmedi mi?

Kumandan duymasa, Mevlâ duydu.

Balık bilmezse Hâlık bildi.

Sen iyilikten yana ol. Kullar katında da Allah katında da itibarın yükselir.

Ne yaparsan Allah rızâsı için yap, şahsî bir şey için değil.

Kumandan duysun diye, görsün diye, riyâ için söylersen ne Hak katında, ne halk katında itibarın olmaz.

Bu hâdisenin tam tersi de yaşandı:

Bizim tertip bir çavuş daha vardı, Eskişehirli.

Bir kanal açılacak ve içine künk döşenecek. Askerler kazıyor, bu çavuşu da başlarına vermişler. Onlar kazarken, çavuş demiş ki;

“Siz kazmaya devam edin de ben tuvalete gideyim, biraz sonra gelirim.”

İşin başına verildiği hâlde, bırakıp gidiyor. «Ben gidiyorum, siz de dalganızı geçin.» der gibi…

Kantinde filân oyalandıktan sonra tekrar kazının başına döndüğünde bakmış ki, başlarında adam varmış gibi cân u gönülden çalışıyorlar hepsi.

“Ulan, ne bu çalışma, insan mısınız, hayvan mısınız? Niye çalışıyorsunuz, ordunun işini siz mi bitireceksiniz?” diye alaycı alaycı konuşmaya başlamış.

Meğer onların çalışmasındaki sebep başka imiş. Bizim yüzbaşı oraya gelmiş. Başlarında da kimseyi göremeyince şapkayı çıkarmış, montu çıkarmış, kanala inmiş, birisinin elinden de kazmayı almış. Biraz idman olsun, hem de askerlere şevk olsun diye, o da girmiş kazma vurmaya başlamış.

Hepsi aynı kıyafetli olunca, çavuş, yüzbaşıyı fark edememiş, ağzına ne gelirse söylemiş;

“Niye çalışıyorsunuz, ordunun işini siz mi bitireceksiniz? Size madalya mı verecekler?” derken yüzbaşı şöyle bir doğruluvermiş. Karşısında yüzbaşını görünce… o an kimse o çavuşun yerinde olmak istemez herhâlde…

Bu çavuşun böyle bir-iki yanlış hareketi daha oldu. Ne yaptılar biliyor musunuz? Koca alayı topladılar. Alayın önünde;

“Seni mahkemeye vermiyoruz ama, sen çavuşluğa lâyık değilsin!” diyerek ellerini rütbelerinin altına sokup «cart» diye söktüler;

“Sen tuvalet bekçiliğine lâyıksın!” dediler, o işe verdiler.

İyi hareket, kötü hareket. İçten ne geliyorsa karşılığını buluyorsun.

«Kimse beni görmez!» deme. Ne yaparsan yap biri seni görüyor, birine de gösteriyor. Yüzbaşı girecek de kanala çalışacak, kimin aklına gelir! Çavuşun nereden aklına gelsin? Fakat o her zaman dürüst olsa idi, yüzbaşı orada olsa da başına iş açacak sözler söylemezdi. Sadece yüzbaşının duymasını değil, Allâh’ın duymasını önemseyen kişi, Allâh’a da kullarına da mahcup olmaz.

Hulâsa;

«Allah için» yaşarsak, öbür dünyayı hiç unutmayız. Öbür dünyayı unutmazsak, kendi işimizi güzel yaparız. Bize yanlış yapanı da kolay affederiz. Mes’ûliyetlerimizi de asla unutmayız.

Rabbim, huzûruna kimsenin kul hakkıyla vardırmasın. Esas hayatımızda gönlümüze göre en güzel cennetleri, en sevdiğimiz renklerle boyalı köşkleri ihsan eylesin. İki cihanda mesut eylesin.

Âmîn…