İlâhî Mes’ûliyetler Karşısında DÖRT GRUP İNSAN

YAZAR : Sami GÖKSÜN

İnsan aslî yaratılışı itibarıyla; fiillerini, huylarını olumlu yönde geliştirmek, doğru olanı yanlış olandan ayırt etmek yahut da bunları fesâda uğratmak, fıtrat ve kabiliyeti üzerine yaratılmıştır. İnsanlar içerisinde iyi huylara yahut da bunun zıddı olan kötü huylara, daha çok meyledenler bulunsa da aslında insan, hayır veyahut şer yoluna gitme imkân ve istîdâdına sahip bulunmaktadır. Bu hususlardan her biri onun için kolaylaştırılmıştır. İnsanın bu iki yoldan birini tercih etmeye, iyilik ve kötülük yollarından birinden gitme imkânına sahip bulunduğuna Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı Kerim’de şöyle işaret etmektedir:

“Muhakkak ki Biz, insana doğru yolu gösterdik. O, ister şükredici olsun, ister nankör.” (el-İnsân, 3)

Ayrıca yüce Rabbimiz;

“Biz insana, hayır ve şer yolları olmak üzere iki yol gösterdik.” (el-Beled, 10) buyurmaktadır.

Yani biz insana her iki yolu da bildirip tanıttık. İnsan bu iki yoldan birini seçmek fıtratı üzerine yaratıldığı gibi, işinin ilk başlangıcında da iyilik ve kötülük yollarından birini tercih etmek ve bunlardan birini yapabilmek fıtratına da sahip bulunmaktadır. İnsan, bunlardan herhangi birini yapacak olursa onunla ünsiyet etme, alışma durumu olur. Derken artık bu iş onun için artık bir tabiat hâline gelir. İnsan bir şeye tamamen alışıp tabiatlaşınca artık o şey, o insan için bir meleke hâline gelir. Bu alışkanlık insanda, böyle bir duruma geldikten sonra; artık insanın kendisi istese de tabiîleşen ve bir meleke hâlini alan bu durumu kolay kolay değiştirmesi mümkün olmaz.

İnsanın bu durumu, yerde biten ve eğri olan bir ağaç fidanına benzer. Başlangıçta bu fidanın eğriliğinin giderilmesi, düzgün ve doğru hâle getirilmesi çok kolaydır. Bir iple veya fidanın yanına dikilecek bir ağaçla doğrultulur. Sonra büyüyüp kalınlaşıncaya kadar fidanın bu durumu muhafaza edilirse artık onun eğriliği tamamen giderilmiş olur. Böyle bir fidan bu duruma geldikten sonra onu eğmek ve eğri hâle getirmek mümkün olmaz. Fakat fidan bulunduğu eğri hâli üzerine bırakılırsa öylece büyür ve kalınlaşır. Bundan sonra artık onu düzetmeye imkân olmaz.

Nitekim atalarımız da;

“Ağaç yaşken eğilir.” demiştir.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de bu duruma işaretle;

“Şüphesiz ki iyilikler, günahları giderir.” (Hûd, 114) buyurmuştur.

Yine Allah Teâlâ, övdüğü kullarının vasıflarını bildirdiği bir âyet-i kerîme de;

“Onlar kötülüğü iyilikle giderirler.” (el-Kasas, 54) buyurur.

Hâl böyle olunca, insanlar iyilikleri ve kötülükleri seçme ve îfâ etme noktasında dört gruba ayrılmaktadır:

Birinci grup: Yapılması gerekli olan görevlerde yeterli derecede bilgiye sahip olup bu bilgi ile birlikte bu vazifeleri fiilen yapma azim ve iradesine de mâlik bulunanlar. Bu grup insanlar Cenâb-ı Hakk’ın övgüsüne mazhar olmuşlardır ve Kur’ân’da şöyle vasfedilmişlerdir:

“Îmân edip de güzel iş ve amellerde bulunanlar ne mutludurlar, nihayet dönüp gidilecek güzel yurt da onlarındır.” (er-Ra‘d, 29)

İkinci grup: Gerek îman ve gerekse bilgi ve îmânın gerektirdiği iyi işler yapma azmini, tamamıyla kaybetmiş olanlardır. Bu kimseler, meallerini zikredeceğim âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılmaktadır:

“Hiç şüphesiz ki Allah katında; yeryüzündeki canlıların, en kötüsü hakikatlere akıl erdirmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-Enfâl, 22)

Ve yine Cenâb-ı Hak;

“Onlar hayvanlar gibidirler. Belki onlardan daha sapıktırlar.” (el-Furkān, 44) buyurmuştur.

Üçüncü grup: Bu sınıfı meydana getiren zümreye gelince; bunların bilgileri vardır. Ancak bunlar bilgileri uyarınca amel etmezler. Böyle bir azim ve iradeye sahip değillerdir. Böyle bir durumda olan kimse, cahiller mertebesinde bulunan bir insan demektir. Hattâ cahillerden daha bir kötü durumdadır.

Nitekim bu konuda mü’minlerin emiri Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da şöyle demektedir:

“Hakkı bilip tasdik ettikten sonra, sapıklığa dönen bir kimse, Cenâb-ı Hakk’ın, mağfiretine mazhar olmaktan çok uzak bulunmaktadır.”

Bir dördüncü grup daha vardır ki: Bunların da görevlerini yapmaları için bir bilgileri yoktur. Fakat görevlerini yerine getirme gücü ve azmi mevcuttur. Bu durumda olan kimseler, takvâ ile yoğrulmuş ilim ehline uyup onların bildirdiği, öğrettiği şekilde amel ettikleri müddetçe işlerini tam mânâsı ile yapan kimseler sayılır. Ve kurtuluşa ererler. Bunlar için Allah Teâlâ;

“Kim Allâh’a ve Peygamber’e itaat ederse işte bunlar Allâh’ın kendilerini nimetlere erdirdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.” (en-Nisâ, 69) diye buyurmaktadır.

İnsanın mizaç ve ahlâkı icabı, kendisinden birtakım fiiller meydana gelir ki; bu fiiller meydana geldikten sonra, insanın alışkanlık icabı yapıp vücuda getirdiği ve bir alışkanlık gereği icrâ ettiği fiillerin aynısı husûle gelir. Çünkü ikinci hâllerdeki fiillerde birincilerin aynısı olur. Kolaylıkla ve tabiî olarak vücuda getirilirler. Durum böyle olunca insanın vazifesi, kendisini derece derece hayra ve hayırlı işler yapmaya alıştırmasıdır.

Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de meâlen şöyle buyurmuştur:

“Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allâh’ın emirlerine sımsıkı sarılanlar, dinlerinde Allah için ihlâs sahibi ve samimî olanlar muratlarına erenlerdir. İşte bunlar mü’minlerle beraberdirler. Mü’minlere ise Allah çok büyük ecir verecektir.” (en-Nisâ, 146)

Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“İhlas ve samimiyete sımsıkı sarıl. O zaman az amel de sana kâfîdir.” (el-Fethu’l-Kebir, c. 2)

Çünkü Allah Teâlâ, yalnız kendisi için yapılan amelleri beğenir ve kabul eder. O vasıftaki amellerden hoşnut ve râzı olur.

Hulâsa, insanın kendi başına yaşaması oldukça zordur. Bir toplum içinde hayatını devam ettirmek durumundadır. İşte o zaman yüce Rabbimizin istediği istikamette kendine bir yol tercih etmeli, şeytan ve nefsin peşinden gitmemelidir.

Rabbim tüm mü’minlerin hayatını, bir Ramazan kıvâmında yaşamaya muvaffak eylesin…

Âmîn.