Hakk’ın Hoşnutluğunu; KALBİ KIRIKLARIN YANINDA ARA…

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

KAPIYA GELEN SARHOŞ

Bir gün Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin dergâhının kapısına, üstü başı kusmuk içinde bir sarhoş gelip dayandı. Tekkenin hizmetkârları, sarhoşluğundan dolayı bu adamı hışımla karşılayıp;

“–Ne istiyorsun?” diye sordular.

Dili dolaşık vaziyette cevapladı:

“–Mevlânâ Hazretleri’ni göreceğim!”

Hizmetkârlar adamı içeriye sokmadıkları gibi;

“–Utanmıyor musun bu hâlinle bir de dergâh kapısına gelmişsin?!.” ve benzeri hakaretlerle başlarından savdılar.

Sarhoş, içeri alınmadığı kapının önünde yere yığıldı ve ağlamaya başladı.

Bir müddet sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin tekkeden çıkıp bir ziyarete gitmesi îcâb etti. Kapı önünde ağlayan o sarhoşu görünce, eğilip mübârek elleriyle onun başını okşadıktan sonra sordu:

“–Evlâdım, neyin var? Niye ağlıyorsun? Bu dergâh, insanları muzdarip etmek ve onlara ümitsizlik aşılamak için değil, bilâkis ferahlatmak ve ümit vermek için kurulmuştur. Derdini söyle ki dermân olayım…”

Sarhoş, nemli gözleriyle Hazret-i Mevlânâ’ya baktı ve;

“–Efendi Hazretleri! Ben sana kurban olayım! Huzûruna gelip sohbetini dinlemek istedim. Lâkin kapıdaki adamlar beni içeriye almadılar. Aksine, bir sürü hakaret ederek beni kovdular.” dedi.

Mevlânâ Hazretleri, etrafına toplanan müridleri üzerinde bir müddet heybetli nazarlarını gezdirdi. «Kim kovdu bu bîçâreyi?» suâline gerek kalmadan, bir mürid îzâha başladı:

“–Efendi Hazretleri! Sarhoş işte! Ne yaptığını bilmiyor! Şu hâliyle huzûr-i saâdetlerinize çıkmak istedi ve bunda da ısrar etti. Ben de kendisine; «Git evine. Böyle Efendimiz’in huzûruna çıkamazsın. Ayıldığın zaman gelirsin.» diyerek uzaklaştırmaya çalıştım fakat dinletemedim. Kapının dibine yığıldı kaldı. Bu çirkin hâl ile huzûrunuza çıkmasına nasıl müsaade edebilirdim?”

Mevlânâ Hazretleri sitem ve serzeniş dolu bir nazarla cevap verdi:

“–Evlâtlarım! Bu garibin bedeni sarhoş. Sizinse rûhunuz!..

Onun, şu sarhoş hâliyle tekkemizin yolunu nasıl olup da bulabildiğini takdir etmeyi de mi düşünemediniz? Tamirciye eşyanın bozuğu gittiği gibi doktora da hastalar gider. Siz bu dergâhın mânevî bir şifâhâne olduğunu unutmayınız. Alın bu garibi, tekkenin hamamında bir güzel yıkayın. Kirli esvaplarını atın, ona yeni giyecekler verin. Siz onun zâhirini temizleyin; bâtınını, yani rûhî temizliğini de Allâh’ın lutfuyla bizden bekleyin…”

Bu hâdiseye benzer bir başka hâdise de şöyledir:

Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu âdetâ tartaklayarak dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, derhâl onu bırakmalarını emreder ve ilâve eder:

“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş gibi davranıyorsunuz!”

Bu kıssalar, Hazret-i Mevlânâ’nın şahsında bir Hak dostunun, bir dergâh hâline getirdiği gönlünü ne güzel temâşâ ettirir.

Bu müşfik tavır, mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmanın ne mükemmel bir gönül manzarasıdır.

Mevlânâ Hazretleri; gönlü mâsiyet hastalığına müptelâ olmuşlara gösterdiği bu şefkati elbette, zâhirî hastalara da ikram eder. Onların hâli, dâimâ şefkat ve alçakgönüllülük;

EŞSİZ MERHAMET ve TEVÂZÛ…

Nitekim bir gün müridleriyle beraber Ilgın Kaplıcaları’na gider. Bu büyük zâtın teşrif ettiğini gören hamam sahibi, o anda havuzda yıkanmakta olan cüzzamlıları dışarıya çıkarmak için telâşa kapılır. Mevlânâ Hazretleri ise, buna mâni olur. Kendisi de hemen cüzzamlıların olduğu havuza girer. Bu merhamet ve tevâzû karşısında cüzzamlılar feryâd ederek ağlamaya başlarlar. Bu hâli seyredenler de, bu Muhammedî ahlâk karşısında kendilerinden geçerler.

Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri; bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da;

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu…” demişti.

Adam ayıldığında ona;

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem ağzını yıkadı…” dediler. Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de gaflet uykusundan uyandı ve;

“–Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi.

Böyle bir ıslaha vesile olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle buyuruldu:

“–Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

Bu Muhammedî ahlâktır.

Zira Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- şöyle bir hadîs-i şerif nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cüzzamlı bir kimsenin elinden tuttu ve kendisiyle birlikte elini tabağa koydu, sonra da;

«Allâh’a güvenerek ve O’na tevekkül ederek ye!» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Tıb, 24; Tirmizî, Et‘ime, 19)

İşte bir mü’minin gönlü, öyle bir gülistan olmalı ki; onda bütün zayıflar, muhtaçlar ve bedbahtlar huzur bulmalıdır…

Cüzzam; malûm olduğu üzere, hem bulaşıcılığından hem de vücutta meydana getirdiği yara ve iltihapların tiksindirici hâlinden dolayı, kimsenin yaklaşmadığı bir hastalıktır.

Mâsiyetler de gönül gözüyle bakanlar için böyle iğrendiricidir. Hattâ daha fecîdir.

Fakat Hak dostları, bir kalp tabibi olarak, her ikisine de merhamet ve şefkatle yaklaşırlar. Hastalığa ve günaha olan düşmanlıklarını hastaya ve günahkâra taşırmazlar. Kirleri, iltihapları, kusurları birer ârıza görür, özdeki mükerrem varlığını, insan cevherini ortaya çıkarmaya çalışırlar.

Sahâbeden Ebu’d-Derdâ Hazretleri bir gün şehri dolaşırken, halkın, bir günahkâra ağır sözlerle hakaret etmekte olduğunu gördü. Onlara;

“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, onu oradan çıkarmaz mısınız?” diye sordu.

“–Evet, çıkarırız!” dediler. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-;

“–O hâlde kardeşinize ağır sözler söylemeyin, size afiyet veren Allâh’a hamd edin!” dedi. Onlar;

“–Siz bu günahkâra kızmıyor musunuz?” dediler.

Ebu’d-Derdâ Hazretleri şöyle cevap verdi:

“–Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil, günâhına kızıyorum, günâhını terk ettiğinde, o yine benim din kardeşimdir.” (Abdürrazzâk, Musannef, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)

Müslümanın vazifesi; günahkârı kendi hâline terk etmek değil, elinden tutarak nezih bir hayata dönmesini sağlamaktır. Onun gönlünü kazanmaktır. Onun gönlünü temizlemek ve kendisine hediye etmektir. Bu Cenâb-ı Hakk’ın arzusudur:

HAKK’IN RIZÂSI NEREDE?

Rivâyete göre Musa -aleyhisselâm- bir gün;

“−Yâ Rab! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu.

Allah Teâlâ ona;

“−Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Bu sebeple; bir kalbin kıymetini, Hak dostları Kâbe-i Muazzama ile mukayese etmişlerdir. Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın Kâbe-i Muazzama’ya hitâben söylediği şu sözler çok câlib-i dikkattir:

“Sen ne büyüksün (Ey Kâbe!) Senin şânın ne yücedir. Fakat gerçek bir mü’minin Allah katındaki şerefi senden de üstündür.” (Tirmizî, Birr, 85)

Şüphesiz bu kıymet için gönlünü tecellîgâh-ı ilâhî hâline getirmiş olmak lâzımdır. Fakat insan; kimsenin kalbini yarıp bakamayacağı için her insana karşı incinmeyen incitmeyen güzel tavrı takınmalıdır.

Yüksek tahsilini tamamlayıp, memleketi Adana’ya dönmek arzusunda olan Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Bâyezid meydanında bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât Sâmi Efendi’ye; nereli olduğunu, İstanbul’da ne ile meşgul olduğunu sorar. Hazret, yüksek tahsilini tamamladığını ifade ederek durumunu arz eder. Bu Allah dostu ona;

“–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsaade eder misiniz?” der ve onu Koca Mustafa Paşa semtinde bulunan Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda sohbet ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:

“–Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim. Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de asla İNCİNMEMEK… Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı kazanarak -ne hâl olursa olsun- hiç kimseye kırılmamak! Affedebilme olgunluğunun zirvesine erebilmek…”

Kimsenin gönlünü kırmamak, sû-i zan etmemektir. Zira Allah Teâlâ’nın, her kuluna farklı bir ikrâmı vardır. Karşımızdaki kuluna ne ikrâm ettiğini bilemeyiz. Belki bilmeden yanlış bir davranış içine gireriz de onu incitmiş oluruz. Hassas ve rakîk bir gönle sahip olmak ve Allâh’ın kullarını incitmekten sakınmak, her zaman için en kazançlı yoldur.

Şu husus da unutulmamalıdır ki,

Hor-hakir görülen günahkâr kişi; bir gün temizlenir de, onu hor görenlerden çok daha ötelere ulaşabilir.

Günahkârı hor-hakir değil; kendini o günahtan korumakta acze düşmüş, kanadı kırık bir kuş gibi merhamete muhtaç görmek îcâb eder.

Üstelik;

Hakk’ın dostluğuna ermiş bir gönül, Allah katında Kâbe’den daha kıymetli olduğundan; gönül almak da, hacc-ı ekber gibi fazîletli addedilmiştir.

Hac ibâdeti, insanı bütün günahlarından arındırabilecek çok büyük bir ibâdettir. Bu sebeple bu ibâdete, bütün mü’minler aşk ve iştiyak duyarlar. Bilseler, gönül almak bundan da büyük bir af ve mağfiret vesilesidir. Molla Câmî der ki:

“Gönül al ki hacc-ı ekber olsun. Zira bir gönül, bin Kâbe’den daha üstündür.

Çünkü; Kâbe, Âzer oğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh’ın nazargâhıdır.”

Bu hatırlatmalar, -hâşâ- hac ibâdetini yahut Kâbe-i Muazzama’yı küçümsemek için değildir, onların muazzam kıymeti gibi kıymetli olan kalb-i selîme dikkat çekmek içindir.

Çünkü;

Bazen dînin kul hakkı ve muâmelât sahasında mü’minden talep ettiği zarâfet ve nezâketi anlamayan nâdanlar çıkıp; Hazret-i Mevlânâ’nın hizmetkârları gibi, mâneviyat ile meşgul oldukları hâlde, kaba ve sert davranışlarla Allâh’ın kullarını incitebilmektedir. Yûnus Emre Hazretleri de bu tezâdı şöyle dile getirir:

Ak sakallı pîr hoca, bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca, bir gönül yıkar ise…
Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise…

Yûnus Emre Hazretleri’nin şikâyet ettiği âbid geçinenlerdeki gönül kırıcı tavra bugün de sıkça tesadüf edilmektedir. Allâh’ın evi olan camilerden, basit bahanelerle çocukları kovalayan cami cemaati şahıslar çıkabilmektedir. Böyleleri; camiye ilk kez gelmiş, henüz oranın edebini bilmeyen kişileri, kaba davranışlarla o kapıdan ebediyen uzaklaştırabilmektedir. Bunun vebâli ne kadar büyüktür.

Hâlbuki, Allâh’a kulluk edebinin bir şartı da, kullarına tevâzû, merhamet, af ve mutlaka muhabbet ile yaklaşmaktır.

Ensâra en büyük nimet, muhâcirler oldu. Çünkü muhâcirler, îmanlarını korumak için bütün zulümlere katlandılar. Allâh’ın emriyle hicret ettiler. Vatanlarını terk etmek durumunda kaldılar. Medine’ye ensâr-ı kirâmın yanına geldiler.

Ensar da onları dasitânî bir kardeşliğin muhabbet ve fedâkârlığıyla karşıladı, kucakladı ve gönül fethinde bulundu. Mallarını severek paylaşmanın heyecanı içinde oldular.

Böylece;

Allah da hem muhâcirlerden hem de ensardan râzı oldu. (bkz. et-Tevbe, 100)

Bugün de, zulümler sebebiyle aynı hicretler devam ediyor.

Suriye’den evini, yurdunu, malını-mülkünü bırakarak Türkiye’mize sığınan din kardeşlerimiz var. Onlar da şimdi bizler için sanki 1.400 sene evvelki muhâcirler hükmünde. Gerçek ensar olabilirsek, bizler için büyük bir kardeşlik ve fedâkârlık fırsatı. Büyük bir âhiret sermayesi.

Eğer onları ihmal edersek, ve;

“–Bunlar memleketimize gelerek bombaların ağzından kurtuldu ya, bu nimet yeter!” diyerek vazifelerimizi geçiştirirsek, Allah korusun, bu hâl, bizi mânevî felâketin eşiğine yuvarlar.

Bu sebeple Suriye’den gelen muhâcir kardeşlerimizi hiçbir zaman gönlümüzden çıkarmamamız îcâb eder. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmek için, onlara ensâr-ı kiram gibi gönüllerimizi açıp imkânlarımız nisbetinde yardımcı olmamız zarûrîdir.

Düşünmeliyiz:

Acaba bugün sahâbe efendilerimiz olsalardı, nasıl hareket eder, gönüllerini nasıl bütün kardeşlerine bir rahmet dergâhı hâlinde açarlardı? Mazlum ve mağdur kardeşlerini nasıl kendilerinden önce düşünürlerdi? Hakk’ın rızâsının peşinde nasıl koştururlardı?..

Hâsılı;

Hassas bir gönle sahip olmak, muhtaçlardan yükselen; «Acıyın bize!» feryatlarını duyabilmek şarttır. Merhamet, şefkat, cömertlik, tevâzû ve hizmet aşkını bütün fânî sevdaların üzerine yükseltemez isek, bunlara muhtaç olan gariplerden daha çok, asıl kendimize yazık etmiş oluruz!..

Unutmamalı ki;

Bilhassa gönüllerde merhamet duygularının zaafa uğradığı zamanımızda hizmetin değeri çok büyüktür. Hizmet merhametin, merhamet de îmânın bir meyvesidir.

Kâmil mü’min, bütün İslâm dünyasından kendini mes’ul gören ve o toplumun ıstıraplarını gönlünde en derinden hissederek yaralı gönüllere merhem olmaya çalışan kimsedir.

Rabbimiz; gönüllerimize rızâsından ve muhabbetinden hisseler nasip buyursun. Kalbi kırıkları, muzdarip gönülleri incitmekten cümlemizi muhafaza eylesin. Gönüllere girerek, gönüllerimizi bir dergâh hâline getirerek, gönüller alarak huzûr-ı ilâhîye selîm bir kalp ile, yüz akı ile varabilenlerden eylesin.

Âmîn!..