İKİ CENNET BİRDEN
Rabbimiz buyurur:
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
Müfessirlere göre; «Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkma»nın anlamı; müslümanın, bütün varlığı ile Allâh’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından kaçınmaya çalışmasıdır.
Nitekim Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh- âyetin bu kısmını şöyle açıklamıştır:
«O’na âsî olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmaksızın hep hatırda tutmak.»
İslâmiyet aslında muhabbeti esas almakla birlikte, korku mefhumuna da büyük bir yer vermiştir. Çünkü devamlı ve aşırı sevgi, insanda emniyet hissini doğurur. Son nefeste îmanla göçeceğinden ve âhirette mükâfata erişeceğinden tamamen emin olan, kabir azabı ve mahşer çilelerini gündeminden çıkaran bir müslüman, rehavet ve uyuşukluğa mağlûp olabilir.
İşte buna mâni olmak için, dînimiz mü’minlerden; Rabbimiz’e karşı tazim, haşyet ve takvâ üzere olmamızı, O’nun emirlerine karşı gelmememizi ve O’ndan korkmamızı istemektedir. Aslında bir kimse Hazret-i Allâh’ın zâtından değil, O’nun emirlerini çiğnediği zaman vereceği azabın şiddetinden ve büyüklüğünden korkmalıdır.
İnsan çok sevdiği büyük bir zâttan da korkar; onun sevgisini kaybetmekten, onun huzûrundan kovulup ayrı kalmaktan korkar. Necip Fazıl’ın dediği gibi:
Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde,
Allah’tan nasıl korkmaz, insan O’nu sever de?
Bir insanda Allah korkusu varsa; bu korku o kimsenin kalbine yerleşmiş ve rûhuna kök salmış bulunuyorsa artık o kimseden ne cemiyete, ne insanlara bir kötülük gelir ve ne de kendisinden Kur’ân-ı Kerîm’in emirlerine, Allâh’ın kanunlarına aykırı bir davranış meydana gelir. Bu yüzden böyle kimseler, hiç kimsenin görmediği ve bilmediği bir yerde bile kötülük yapmaktan uzak bulunurlar.
Allah’tan korkmayanlar ise, beşerin aldığı hiçbir tedbirden de çekinmezler. Böyleleri için; “Kork Allah’tan korkmayandan!” denilmiştir.
İnsanın, Allah korkusunu yitirmesi; gafletinden, nisyanından, kalbinin katılaşmasından meydana gelir. Yoksa insan sadece güneşi tefekkür etse Allah’tan korkar, vücudundaki hassas nizâmı tefekkür etse, bir anda her şeyi altüst edebilecek kudreti düşünse tir tir titrer. Depremler, yıldırımlar, gök gürültüleri, şimşekler, kuvvetli fırtınalar, tehlikeli mahlûkat… Bütün bunlar bize Allâh’ın celâlini daima düşündürmeli ve bizi O’nun cemâline sığındırmalı.
İşte bu şekilde gerçekten Allah’tan korkanlar, işte onlar, son nefeslerinde îman selâmetinden ve âhirette de kolayca hesap verebilmekten emin olabilirler.
Ey benim sevgili kardeşim!
Şu kıssayı oku da Allah korkusunun kişiyi nasıl cennetlik yaptığını öğren ve ömür boyu Allah korkusunu kalbinden çıkarma…
Halîfe Harun Reşid, zevcesi Zübeyde Hatunla sohbet ederlerken, zevcesi Zübeyde Hatun;
“Ey Halîfe! Sen halkına karşı Hazret-i Ömer gibi olmadıkça cennete gireceğini mi zannediyorsun? Zalimlerden olursan cehennemliklerden olursun.” demişti.
Halîfenin canı fena hâlde sıkılarak;
“Ey Hatun! Eğer ben Allâh’ın cennetlik kullarından değilsem, benden üç talâkla boş ol!” diyerek yemin etti.
Söz ağızdan çıktı mı geri dönmez!
Zübeyde Hatun, İslâm’a ve onun emirlerine gönülden bağlı, müttakî bir hanım idi. Halîfenin böyle üç talâk yemin etmesine karşılık olarak;
“Ey Harun! Aşere-i mübeşşereden başka cennetlik olduğu dünyada iken belli olan kim var? Sen nasıl böyle konuşuyor ve yemin ediyorsun? Bu sözden sonra, aramızda talâk gerçekleşmiştir!” dedi ve Halîfe Harun Reşid’den ayrıldı. Bir daha da yanına yaklaşmamaya karar verdi.
Harun Reşid, müşkül durumda kalmıştı. Zamanın büyük âlimlerini çağırarak meseleyi anlattı. Hanımının boş olup olmadığını sordu. Bütün âlimler, nikâhın düştüğünü söylediler. Halîfe perişandı.
Halîfe’nin bazı yakınları, durumu bir de İmam Ebû Yûsuf’a sormasını tavsiye ettiler. Halîfe, İmam Ebû Yûsuf’u çağırtıp durumu bir de ona anlattı:
İmam Ebû Yûsuf;
“Ey Emîre’l-mü’minîn! Hiç Allah korkusundan dolayı işlemeye azmettiğiniz bir günahtan vazgeçtiniz mi?” diye sordu.
Harun Reşid, kısa bir müddet düşündükten sonra, başından geçen ibretli bir hâdiseyi şöyle anlattı:
Memleketimizde uzun süren bir kıtlık hüküm sürmekte idi. Ben de halîfe olmam dolayısıyla, hazineden halka erzak dağıtıyordum. Bir gün genç ve güzel bir kadın gelip, kocasının ihtiyar olduğunu ve çocuklarının aç kaldıklarını söyleyerek erzak istedi.
Kadın çok güzeldi, bir anda nefsim galebe etti ve ona gönlüm kaydı. Odada ikimizden başka kimse de yoktu. Kötü niyetimi gerçekleştirmeme mâni olacak hiçbir engel yoktu. Kadına nefsânî bir niyetle bakmaya başlayınca kadın;
“Ey Halîfe! Şu anda bana kötü niyetle tasallut etmene mâni olacak kimsem yok. Fakat;
«Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.» (el-Hadîd, 4) buyuran Hazret-i Allah’tan kork!” dedi.
Ben de;
“«Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.» (el-Mâide, 28; el-Haşr, 16) dedim.” ve işlemek üzere olduğum o büyük günahtan vazgeçtim. Uzun zaman tevbe ve istiğfar ettim. Bunu hatırlıyorum.
Bunun üzerine İmam Ebû Yûsuf;
“Senin söylediklerin sebebiyle Zübeyde Hatunla aranızdaki nikâhın bozulmadığına hükmediyorum. Çünkü Cenâb-ı Hak; «Rabbinin huzûrunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.» (er-Rahmân, 46) buyurarak Allah’tan korkanlara iki cennet olduğunu beyan ediyor. Sen de Allah’tan korktuğuna göre nikâhınız bozulmamıştır.” diye fetvâ verdi.
Kıssadan hisseyi görmeli ve onu almalıyız. Yoksa talâkı hiçbir şekilde ağzımıza almamalıyız. Boşanma lafızları, hafife alınacak sözler değildir. Şakayla veya öfkeyle söylenmiş olması neticeyi değiştirmez. Hiçbir şekilde ağız alıştırılmamalı, böyle sözler ifade edilmemelidir.
Cenâb-ı Hak; cümlemizi tüm günahlarına tevbe edip, takvâsından dolayı günahlarını Allah rızâsı için terk edip, iki cennet müjdesine nâil olanlardan eylesin.
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
(Mehmed Âkif)